Çocuk ve gençlik edebiyatımızın usta yazarı Gülten Dayıoğlu’nun ‘Yanardağın Yankısı’ raflarda yerini aldı. Romanda gençlere kendileriyle bir muhasebeye girişme imkanı tanıyan Dayıoğlu, hikayenin kahramanı Dero üzerinden Z kuşağına mesaj veriyor: Onlara yarınlar için umut bağlıyorum. Ancak çok emek vermek gerekiyor çünkü eğitmenleri dijital makineler. Dolayısıyla her şeyden önce ‘insan olma’ özelliği kazandırılmalı.
SALİHA SULTAN
‘Yanardağın Yankısı’ romanı okurla buluşan çocuk ve gençlik edebiyatımızın usta yazarı Gülten Dayıoğlu: “Z kuşağını sevip sayıyorum. Onlara yarınlar için umut bağlıyorum. Ancak bu çocuklara her yönden çok emek vermek gerekiyor. Çünkü onların eğitmenleri hatta nerdeyse aileleri dijital makineler. Oysa böyle üstün niteliklerle dünyaya gelen Z kuşağı çocuklarına her şeyden önce ‘insan olma’ özelliği kazandırılmalı. Yoksa hızla makineleşerek insanlıklarını unutabilirler. Yazık olur onlara, ülkemize, dünyamıza…”
Çocuk ve gençlik edebiyatımızın usta yazarı Gülten Dayıoğlu’nun Yapı Kredi Yayınları tarafından okura sunulan son romanı ‘Yanardağın Yankısı’nı bir solukta okudum. Dayıoğlu’nun romanı, sadece gençlere değil, kendisinin kitaplarıyla büyüyen orta yaş grubunda da hem bir muhasebeye hem de farkındalığa yol açan sürükleyici bir hikaye. Bilim kurgunun sınırlarında gezilen bu fantastik hikayenin kahramanı Dero’da yer yer çocuk kendimizi buluyor, yer yer günümüzde keşfedilmeyi bekleyen çocukları, gençleri hatırlıyor, onların hayatına dokunmanın önemini kavrıyoruz. Bu anlamda, nicedir başımızın üstünde gezen karabulutlara karşın romanında Tendürek Dağı’nın derinliklerinden kazdığı bir umudu ustalıkla okurunda da yeşerten ve bugünlerde 86 yaşını süren yazar Dayıoğlu ile KARAR okurları için konuştum.
Efendim siz, George Orwell’ın 1984’ünün edebiyat dünyasını etkilediği yıllarda, nükleer savaş sonrası ikiye bölünen dünyayı tasvir ettiğiniz ‘Dünya Çocukların Olsa’ ile Türkiye’de fantastik bilim kurgu türüne imza atan ilk yazarlardansınız. Son romanınız ‘Yanardağın Yankısı’ da bu türde. Fantastik dünyaya, bilim kurguya merakınız nasıl başladı?
1969’daki Gediz-Emet depreminden sonra Almanya depremzedelerden seçilmiş kişileri işçi olarak davet etti. Oraya giden akraba ve hemşerilerimiz de eşimle bana günahıyla sevabıyla Almanya’nın kapılarını açtılar. Sıkça gitmeye başladık oralara. O aşamada işçi çocuklarının eğitim ve öğretim sorunları gündemdeydi. Milliyet Gazetesi’nde araştırmalarımı yazmaya başladım. Emeklerimin karşılığında, akrabalarım beni dünya çapında katılım olan Frankfurt Kitap Fuarı’na götürdüler. O görkemli kitap mabedinin buluşmasını gezerken, kendimi pek gariban, pek güçsüz, ezik bir yazar olarak duyumsadım. Ama bu hal beni öylesine kamçıladı ki!.. Oraya her yıl gitmeye başladık eşimle. Çünkü her gidişimizde sadece gözlerim faltaşı gibi açılmıyor, yazarlık coşkum sınırları zorluyor, yazarken kalemimde sanki çiçekler açıyordu.
Bilim kurgu ve fantastik kurguya yönelmemde fuarın çok etkisi oldu. Zaten o sıralarda çocuk ve gençlik edebiyatında tüm dünyada, bilim kurgu ve fantastik kurgu hızla başı çekmekteydi. Bu arada ülkemizde ilk kitap fuarı 1982’de TÜYAP ve Yayıncılar Birliği’nin emekleriyle açıldı. Hızla gelişti kitap fuarları. Uluslararası ortamda, onur duyabileceğimiz kitap fuarları yaşadık ve yaşayacağız. Kitap fuarlarında okurlarımla buluşmayı, kucaklaşmayı öylesine özledim ki!..
Günümüzde gençlik üzerine yürüyen tartışmaların ekseninde, doğduğu andan itibaren cep telefonu, bilgisayar gibi aletlerle dünyanın bütün bilgisini kucağında bulan, teknoloji ile yatıp kalkan bir Z kuşağı var. Yetişkinler ise bu gençleri sıklıkla eleştiriyor. Kitabınızda ‘Dero’nun hikayesi üzerinden Z kuşağına bir mesajınız var mı? Onları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Z kuşağını sevip sayıyorum. Onlara yarınlar için umut bağlıyorum. Ancak bu çocuklara her yönden çok emek vermek gerekiyor. Çünkü onların eğitmenleri hatta nerdeyse aileleri dijital makineler. Oysa böyle üstün niteliklerle dünyaya gelen Z kuşağı çocuklarına her şeyden önce ‘insan olma’ özelliği kazandırılmalı. Yoksa hızla makineleşerek insanlıklarını unutabilirler. Yazık olur onlara, ülkemize, dünyamıza… Dero makinelere tutsak olmadan önce zaten doğal olarak, insancıl bir kimliğe sahipti. Çünkü gizemli ve özel oluşumu nedeniyle bedensel varlığı, ilk insanlarınki kadar arı duru kirlenmemiş bir yapıdaydı. Yüreği sevgi gücüyle kasılıp gevşeyen gerçek insandı…
Biçimsel ayrıksılığından dünyayı algılayış biçimine yaşadığı köyde kendine bir yer edinemeyen, dağlarda çobanlığa sığınan Dero’nun ‘üstün yetenekli’ bir insan olduğunu sık sık vurguluyorsunuz satır aralarında. Delilik ve deha arasındaki ince çizgide şekilleniyor yaşamı. Ancak sadece devlet onun özel bir kişi olduğunun farkında. Bu bir hayal gibi sanki günümüz Türkiye’sinde. Ne dersiniz?
Yorumunuz karşısında saygıyla eğiliyorum. Bu ve bunun gibi kitapları okuyanlar gelecekte insanlık ve dünyamız için sorumluluk yüklenecek düzeye geldiklerinde, bu romanda vurgulanan, özlenilen, düşlenen konular, belleklerinde dirilip kulaklarını çın çın çınlatacaktır. Çünkü ilk gençlik yıllarında okunan etkili ve nitelikli kitapların içerikleri, yaşlansak da belleklerimizde yerlerini koruyorlar…
Mo’nun Gizemi serinizdeki insan dostu Otran, son romanınızda da Dero’nun dostu olarak karşımızda. Farklı bir karakter üretmek yerine kendi kendinizden ‘kopya’ çekmekteki amacınız neydi? Otran neyi temsil ediyor sizin için?
Otran gönül bağı kurduğum, daha doğrusu aşık olduğum roman kahramanlarımdan biri. İnsanlık katında bıçağın kemiğe dayandığı günümüzde, öylesine gerekli bir kahraman ki! Çünkü o, umarsızlığa düşmüş insanoğluna can suyu olacak bir enerji. Çağırdım geldi. Dero ile tanıştırdım. İkisi de birbirlerini pek sevdiler…
Dağlara karşı tutkunuzu bu kitapta da hissettim. Tendürek Dağı romanın merkezinde. Neden daha çok bilinen Ağrı, Nemrut ya da Uludağ değil de Tendürek?
Evet, çocuk ve Gençlik romanlarımın büyük bir bölümünde, dağlar da kahraman olarak yer alıyor. Bunu neden yaptığımı bilemiyorum. Sanırım dağların görkemine tutsak oluyorum. Dağlara hem sevgi hem saygı duyuyorum. Onların gizemli enerjileri beni derinden etkiliyor. Sizin de değindiğiniz gibi Ağrı, Nemrut, Uludağ’ımız, edebiyatta epey yer aldı. Doğu Beyazıt’a gidip de tüm bedenimle Tendürek Dağı’nın aurasına kapıldığımda, onu da Yanardağın Yankısı romanıma davet etmeye karar verdim. Oysa roman henüz düşlem aşamasındaydı.
BATI’NIN SÜPER GÜÇLERİ GÖZÜMDE ETKİSİNİ YİTİRDİ
Kitabı okurken düşlediğiniz Türkiye’den de çok etkilendim açıkçası. Türkiye’yi bilim dünyasında etkin bir ülke olarak konumlandırıyorsunuz, hatta Çinlilerle yarışıyoruz. Batının ‘süper güçleri’ne ise hiçbir rol vermiyorsunuz hikayede. Niçin?
Batı’nın süper güçleri artık benim gözümde, gönlümde yıpranıp etkisini yitirdi. Yaşıma karşın, onların halk kitlelerinde açtıkları yaralı onultacak, acıları unutturacak, dünyamızı yeniden yaşanır kılacak yepyeni toplumsal ve bilimsel oluşumlar düşlüyorum. Büyüklerimiz “Hayal kurmak yarı yarıya o işi başarmaktır” demişler. Bence de öyle. Ülke, ulus, renk, soy, dil, inanç ayrımı gözetmeden, sadece ‘insan olma’ özelliklerimizi değerlendirerek şöyle bir kenetlensek..
Son olarak, içinde bulunduğumuz Kovid salgını süreci, değişen dünya dengeleri ve günlük yaşamlarımız… Bir yarın endişesi, tedirginliği var hepimizde. Eserleri dördüncü kuşağa ulaşan bir yazar olarak sizce bu duyguyu nasıl bertaraf edebiliriz? Ne söylersiniz okurlarınıza?
Bence yarın kaygısı, insanlık ve dünyamız adına, sorumluluk bilinci edinmiş, farkındalık yetisi güçlü olan insanlarda var. Para gücüyle insanlığı ve Dünya’yı gölge oyuncuları gibi parmağında oynatan kesimlerde o kaygı gelişmemiş. Güdük kalmış ya da hiç var olmamış bir organ niteliğinde bence. “Zengin arabasını yüce dağdan aşırır, fukara ise düzlükte bile yolunu şaşırır” atasözümüz de günümüze pek uyuyor. Bu kaygı kaynağı bence yine yeryüzünde kol gezen, yoksulluk-varsıllık, eğitimli olmak ya da eğitimsizlik ikilemleridir. Yanardağın Yankısı adlı romanı yazarken, okurlarımı, insanlığın ve dünyamızın içinde bulunduğu zor günlerde, dayanması zor tedirginliklere tutsak olmak yerine, varlığımızı ve dünyamızı yok oluştan kurtarma düş ve düşünceleriyle yüzleştirmek istedim. Başka bir değişle onlara, umut sunmaya özen gösterdim…
İSTANBUL’UN FATİH’İNE ‘YENİDEN DOĞUŞ PADİŞAHI’ DENİLEBİLİRDİ
Ancak, sadece kütüphaneleriyle yer ediniyor Batı dünyası kendine. Prag Klementinum, Lizbon Joanina, Portekiz Coimbra Üniversitesi kütüphanelerinde buluyor Dero aradığını. Hikayenizde oldukça hissedilen bir yerlilik bilinci varken onun aradığı bilgiyi, hatta ‘Hayat Bilgisi’ kitabını Batı’daki kütüphanelerde bulabilmesinin ardındaki düşünceniz neydi?
Altmışdört yılı birlikte geçirdiğimiz rahmetli eşimle Dünya gezginiydik. Asya, Avrupa, Afrika, Antarktika Güney Amerika, Kuzey Amerika, Avustralya ‘da 116 ülke gezdik. Yanardağın Yankısı’nda adı geçen o kütüphaneler, kitaplar ve kimi yazarlarıyla yüz yüze selamlaşma olanağı buldum. Hatta kitapta anlatılan ilginç diploma töreni tarihinde orada bulunduk. Üstelik rastlantı sonucu yaşandı o olağanüstü serüven. O kütüphanelerden söz etme nedenim, Bizans’tan kaçırılan kitaplarla Avrupa’nın Rönesans’a uyanmış olmasıdır. Bu gelişmeye ulusum adına hep özenmişimdir. Keşke o kitaplar, Fatih Sultan Mehmet gibi yeni bir çağ açmış güçlü yöneticinin elinin altında olsaydı! Bu Rönesans düşümü ya da düş kırıklığımı, romanda da dile getirdim. Bu söylemlerimin yerlilik kaygısıyla ilintisi yok. Fatih Sultan Mehmet Han’a ‘Diyar-ı Rum Kayzeri’ denildiği gibi, ‘Yeniden doğuş padişahı’ da denilebilirdi. Belki diyorum, öyle olsaydı, Rönesans ışığı başta Anadolu’muz olmak üzere, dünyaya daha yaygın olarak ulaşabilirdi.
FACEBOOK YORUMLAR