Multidisipliner sanatçı Murat Kurt’un ‘Gevher’ sergisi Balaban Sanat Galerisi’nde sanatseverlerle buluştu. Daha önce tuvale aktardığı bin yıllık Türk şiirini Türkiye’de ilk kez heykele de taşıyan Kurt “Sanat yeni bir şey söylemektir, ben sadece yeni bir şey söylemenin derdindeyim” diyor. Türkiye’de geleneksel sanattan beslenen çağdaş sanat eserlerinin çizgisini belirleyen çalışmalarıyla dikkati çeken sanatçı Kurt, baharda eserlerini Londra’da bütün dünyanın beğenisine sunmaya hazırlanıyor.
Sanat dünyasında ‘bin yıllık Türk şiiri’ni boyadığı çalışmalarıyla yankı uyandıran Murat Kurt’un kişisel sergisi ‘Gevher’ Balaban Sanat Galerisi’nde sanatseverlerle buluştu.
Sergi, ‘multidisipliner’ bir sanatçı olarak güncel sanat dünyasında kendine özgü tavrıyla dikkat çeken Kurt’un benzersiz lalelerinden, şiir boyamalarına ve son dönemde ortaya koyduğu üç boyutlu heykellerine adeta sanatçının kişisel bir biyografisi de niteliğinde. Özetle bir sanatçının kendi yolunu buluşunun izlerinin sürülebileceği sergi 27 Ocak’a kadar bütün İstanbullulara açık. Türkiye’de yaşamını sadece sanat üreterek sürdürebilen nadir isimlerden biri olan sanatçıyla KARAR okurları için samimi bir sohbet gerçekleştirdik.
Heyecan verici haber ise yerli sanat tartışmalarında dile getirilen problemleri aşan çığır açıcı işlere imza atan Kurt, eserlerini bu bahar Londra’ya taşımaya hazırlanıyor. Özetle, bin yıllık Türk şiiri Türkiye’de ve dünyada ilk kez resim ve heykel yoluyla Avrupa’ya açılıyor.
Bildiğim kadarıyla resim yapmaya memleketin Amasya’da başlamışsın. Ancak resim okumamış, ‘diplomasız’ da bir sanatçısın. Nasıl başladı bu tutku?
İlkokuldan beri resim yapmayı severdim ama ressam olmak gibi bir hayalim yoktu çünkü tanıdığım hiçbir ressam ya da ressam olmakla ilgili fikrim yoktu. Ressam, resim deyince çok ütopik bir dünya aklıma geliyordu. 20’li yaşlarda bir yerden başladım… Amasyalı bir ressamla tanıştım sonra, Hürrem Özerden. Onunla tanıştıktan sonra ressamları, resim dünyasını tanımaya başladım ve neden olmasın diye heyecanlanmaya başladım. Ardından yüksek öğrenimimi yarıda bıraktım ve sadece resim yapmaya karar verdim. Bir koltukta iki karpuz taşınamazdı çünkü ve ben Diyarbakır karpuzu gibi büyük bir şey taşımak istiyordum.
Anadolu’da eğitimini bırakıp, kendini resim yapmaya adamak da ‘ütopik’ görünüyor aslında. Bu kararın ardından neler oldu? Neler boyadın ilk olarak?
Bağ evimi atölyeye dönüştürdüm ve iki yıl boyunca sadece müzisyenlerin, edebiyatçıların, ressamların biyografilerini okumaya bir yandan da resim boyamaya başladım. İlk çalışmalarım kadınlar, yalnızlık, bekleyiş gibi konulardı. Sonra Amasya’da açtığım bir sergiye karikatürist Nezih Danyal geldi. Eserlerimi inceledi ve bana “Tamam da sen neredesin burada? Buralı bir ressam düşününce ben köyünün etrafındaki doğayı resmeden bir adam görmeyi düşünüyordum. Sen Paris’tekiler ayarında resim yapmışsın dedi” dedi. Düşündüm ve haklı buldum. Sonra kendi gördüğüm doğayı, ağaçları, hurmaları boyamaya başladım ve bir süre sonra enteresan bir tavır çıktı ortaya… Sonra da İstanbul’a gelmeye karar verdim.
Nasıl cesaret ettin? İstanbul sonuçta sanatçının kaynadığı bir şehir…. Anadolu’dan gelen biri olarak sanat çevreleriyle ilişki kurmak zor olmadı mı?
Deliyim ben ya… En büyük sermayem bu benim. Resim yapıyorsam bir şekilde burada olmalıydım ama bugünkü aklım olsa Newyork’a giderdim tabii. İstanbul’a gelince de rengarenk lale tarlaları boyamaya başladım, daha sonra contemporarylerle falan yavaş yavaş sanat ortamlarına girdim.
‘KÖYDEYKEN DAHA ENTELEKTÜEL BİR ADAMDIM’
Peki Anadolu’dayken düşlediğin İstanbul’u, sanat ortamını bulabildin mi burada?
Tam değil, ben köydeyken daha entelektüel bir adamdım mesela. İstanbul’da Nişantaşı’nı galericilerin şiir bildiği, sanat dünyasına hakim olduğu bir yer olarak hayal ediyordum. Ama ne yazık ki galericilerin belki yüzde beşi böyle. Hiç şiir bilen bir galerici ile tanışmadım. Öyle bir dünya yokmuş. Ama resimle ilgili öğrendiğim altın söz zaten şuydu, ‘dünyanın en iyi kopya resmindense, en kötü orijinal resmi yeğdir’. Bu yolda ısrarla yürüdüm.
Yani şöyle, memlekette romantik çalışmalar, ardından doğa işleri ve İstanbul’a göç. Ki bu tam anlamıyla önce kendini keşfeden, ardından dünyayı keşfe çıkan bir sanatçının yolculuğu. Ancak sonrasında ortaya koyduğun işler çok daha fazlası, bin yıllık Türk şiirini boyamak fikri mesela… Nasıl gelişti bu fikir?
İlk resim yaptığım zamanlar canımın çok yandığı zamanlardı, babam yeni ölmüştü, çırılçıplak kalmıştım. İris vadisinde tek başıma yaşadığım bir hayattı. En yakın ışık 2 km uzaktaydı. Ama 2012’de şunu fark ettim, daha çağdaş işler yapmalıydım ancak buralı olmalıydılar, bu topraklarla bağları olmalıydı. On yıllardır Yunus ve Fuzuli’yi düşünüyordum.
Yunus deyince aklıma turkuvaz geliyordu, Fuzuli deyince çığlık çığlığa kırmızı. Sonra bir gün kufi yazıyı gördüm ve heyecanlandım. Kufi yazı bana Picasso’nun kübizmini andırıyordu, hem çok ilkeldi, hem çok çağdaştı. Öte yandan hem Semerkant’a, Buhara’ya, Horasan’a yani Türk yurtlarına bir göndermesi vardı.
Şiirin de hangi dilde, hangi alfabe ile yazıldıysa kendini ancak o şekilde ifade edebileceğine inanan biriyim. Biz Türkler bin yıl boyunca Türkçe konuşup, Arap alfabesi ile yazmışız. Buradan baktığımda da Yunus’u, Fuzuli’yi, Fatih’i, Kanuni’yi, divan ve halk şairlerini kufi yazı ile ifade etmek bana doğru göründü…
Balaban’daki sergin bana biyografik bir sergi gibi de göründü. Şiirler, laleler, enstalasyonlar, üç boyutlu çalışmalar. Ve bin yıllık Türk şiirini tuvalden ilk kez heykele de taşımışsın. Yavuz Sultan Selim heykeli… Neden bir Osmanlı sultanının şiirini tercih ettin heykelde?
Yavuz Sultan Selim en sert padişahlardan biri, bir imparatorluğu var ama bir kadına ‘Felek öyle bir büyü yaptı ki gözlerim ondan başkasını görmez oldu, gözlerimden akanın yaş olduğunu sanmayın, bunlar kandır, aslanlar benim pençemin korkusundan kaçacak yer ararken, beni bir gözleri ahuya kul köle etti’ diyecek kadar da ince bir adam. Osmanlı sultanlarını çok önemsiyorum. Hem çok iyi devlet adamları, çok iyi askerler ve çok iyi sanatçılar.
Üçünü bir arada barındırmak çok mümkün değil bu yüzden çok kıymetliler.
Görünen o ki, bin yıllık Türk şiirinin üç boyutlu ilk heykelini de sen yaptın. Tepkiler nasıl oldu?
Bu kadar ses getirmesini beklemiyordum açıkçası. Önemli galericilerden, saygı duyduğum sanatçılardan, edebiyatçılardan çok olumlu tepkiler aldım. Geleneksel sanattan beslenen çağdaş sanatın iyi bir örneği olduğunu söylediler ki benim de yapmak istediğim tam buydu. Birçoğu bu işlerin bütün dünyaya açılması gerektiğini belirttiler, bu da doğru yolda olduğum hissini kamçıladı.
Yeni şeyler söylemekten bahsetmiştin sohbetimizin başında… Şu anki sergiden sonra senin için sıradaki yeni şey ne?
Şu an yeniden atölyeye kapanacağım. Mayıs’ta Londra’da bir sergi açmaya hazırlanıyorum. Bu sergime Beral Madra danışmanlık yapıyor… Kendisi özellikle laleli yazılarımın Avrupa’da çok ses getireceğini, eserlerimin yani sözün görsel sanata dönüştürülmesinin çok kıymetli olduğunu düşünüyor. İskender Pala, Beşir Ayvazoğlu da serginin danışmanları arasında, onlar da benim kadar heyecanlılar bu sergi konusunda. Ardından Katar, Semerkant, Buhara gibi dünyanın pek çok şehrinde eserlerimi sergilemeye devam etmek istiyorum.
‘USTAM DA YOK HAT İCAZETİM DE’
Bugün multidisipliner bir sanatçı olarak karşımızdasın. Ancak Türkiye’de nadir görüyoruz biz bu tarzda sanatçıyı. Çalışmalarına bakıldığında da hattı gören ‘geleneksel sanatçı’ yaftası yapıştırabilir mesela. Ülkemizde biraz ‘tekelleşmiş’, ‘icazet’ silsilesiyle yürüyen bir sanat olan hat meselesini biraz açmak istiyorum. Bir ustan, icazetin var mı, nasıl öğrendin? Bu kadar farklı bir formda kullanırken tepki almaktan çekinmedin mi?
Bir ustam yok, kendim öğrendim. Ama hat sanatının yapı taşları olan, benim de hemşehrim olan iki insan var. Biri Yakut İbn-i Abdü’l Musta’sımi diğeri Şeyh Hamdullah. Bu insanların hemşehrisi olunca başka yükümlülükler biniyor insanın omuzlarına. Hat sanatında en üst seviyeyi ortaya koymuş isimler, hattın en iyi hallerini yazmışlar. Bu isimlerden bin yıl sonra yaşıyorsun…
Şunu düşünüyordum sürekli, diyelim bir gün elimde yazdığım çok güzel sülüs bir yazıyla geziyorum, karşıma Şeyh Hamdullah çıktı. Açıp göstersem, bana “Evladım bunlar güzel de, biz bunları yüzyıllar önce yazdık. Sen ne yaptın?” diye sormaz mı? İçimdeki bu soru bende çok şeyler değiştirdi, hatta sanata bakış açımı etkiledi diyebilirim.
Bu iki ismin ayrıca özel bir tarafı da var. İkisi de döneminde yeni şeyler söylemiş isimler… Onlardan yüzyıllar sonra bence hemşehrileri olarak bana düşüyordu yeni bir şeyler söylemek, bu bir görevdi. Mesela bir ‘hiç’ formu var hat sanatında, Ali Hüsrevoğlu’nun bir yazısı dışında ne kadar ‘hiç’ hattı gördüysem hepsi aynı şekildeydi. Oturdum ve bir gecede 300 farklı hiç yazdım. Öyle doğurgan, çağdaşlaşmaya müsait bir sanattan bahsediyoruz halbuki… Birebir taklide hapsedilecek, kısırlaştırılacak bir şeyden değil… İcazete gelince, hat sanatının ustalarından Hamit Aytaç’ın da icazeti yoktur…
FACEBOOK YORUMLAR