Zeki Demirkubuz’un Hayat’ı ve konuşma ihtiyacı
Geçtiğimiz aylarda Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filmini seyretmiştim. Önlenemez bir konuşma ihtiyacı kadar yönetmenin kendisini bilinçle aşma isteğini fark etmiştim. Hatta bunu göstermek için sahneden dekora, oradan da hayata çıkma hamlesine şahit olmuştum. Ayrıca, sosyolojik gözlemciliğin gerçeklikle kurduğu yakınlık hayretimi artırmıştı. İnsanın içini ‘dışarı/ taşrada’ arama yöntemi devam ediyordu. Her yönetmen her yeni filminde bir şeyler arar. Aramayı daha önde tuttuğumdan neyi bulup neyi bulmadığı/ bulamadığı ile fazla ilgilenmiyorum. Önemli olan bir yönetmenin hem kendisi hem de dünya için hiza olma vasfını korumasıdır. Çünkü çağımızda sinema ve onun yaratıcısı yönetmen, sembolik vasfıyla gününü aşan bir misyona sahiptir. Onda sadece sinema sanatının iç güzellikleri yanında çağ ve insana dair yorumlar görmek istememiz bundandır. Nuri Bilge Ceylan’ın engel olamadığı bir iştiyakla görüntünün sadece doygun imgeselliği üzerinden değil bu kez daha belirgin şekilde sözün pratik gücüne dayanmasını anlamaya çalışmıştım. Her sanatta fazlalık meseledir. Sinemada ise fazlalıklar daha da göze batar. Kuru Otlar Üzerine’de kahramanların jest, mimik, bakış, hareket ve az sözle değil aklın ve bağdaştırmanın çemberinde sözle öne çıkmaları sebepsiz olamazdı. Sonuçta sinemada görüp duyduğumuz her şey yönetmenin seçimidir. Yönetmen seçerken de zamanın ruhuna bağlı kalır.
Şimdi sırada Zeki Demirkubuz’un Hayat filmi vardı ve doğal olarak bize ne sunacağını merakla bekliyorduk. Demirkubuz sosyolojik gözlemciliği yanında alttaki insanın ( kadın erkek fark etmez) sürprizli ırasını yeni keşfetmiş bir yönetmen değildi. Entelektüel merakları ve kurcalayıp/ sorguladığı meseleler, eski filmlerinin süreği görünümünde fakat mutlak bir yenilik çerçevesinde güncellenmiş gözüküyor hep. Hayat, pandemi günlerinin son demlerinden koyularak, artık taşra vasfı gevşemiş insan gerçekliğine sarsıcı projeksiyonlar sunuyor. Hatta argo dahil en sert dili kullanmaktan çekinmiyor. Kötülük yaratıcı vasfını yine korurken insan doğasındaki iyilik tarafsız şekilde sinematografiye dökülüyor.
Zeki Demirkubuz’un sosyolojik gözü felsefi olanın sinematografisine fırçasını daldırdıkça sahnelerini zenginleştiriyor. Erkek, eril ve pek tabii çok dipli iktidar sorgulayışlarının diş köklerine bir bir dokunmaktan geri kalmıyor. Hayat’ta her ne kadar erkek karakterler önde görünüyor gibi dursa da kadın, o sarsılmaz ve mutlak belirleyici vasfını koruyor. Şöyle denilebilir, erkekler ve erkeklik üzerinden kadın ve kadınlık halleri üzerine bir film Hayat. Çünkü aşk dahil hemen her ereğin nihai menzili onlar. Geçmişte, Nuri Bilge Ceylan’ın baba- oğul üzerinden kurduğu çatışmıyı Demirkubuz bu kez baba- kız üzerinden üstelik daha zor olanı imleyerek deşmeye çalışıyor. Babanın kız üzerinden yaşadığı, iktidar, güç istenci, toplumsal ve bireysel yaralanmışlık, her yönden arada bırakılan psikolojiler vesilesiyle izleyiciye aktarılmak isteniyor. Bu bağlamda Demirkubuz’un girişimi daha riskli göründü bana. Dikkatli izleyiciler ve sinematografi birikimi olanlar, Nuri Bilge Ceylan ve Demirkubuz arasında karşılıklı jest ve selamlaşmalar olduğunu fark ederler. Her ne kadar kapılar Tarkovski’ye açılsa bile, rüzgar, güneş, ağaçlar, otlar bir selam mendili misali sallanırlar birbirlerine.
Yeni nesil sinema oyuncularının her iki yönetmenin elinde farklı tiplerle şenlendirilmesi bir yana her iki filmin özellikle ikinci bölümlerinde açığa çıkan durum üzerine kafa yormak gerekiyor. Bana göre Kuru Otlar Üzerine’nin ikinci bölümünde resim öğretmeni ve yine Hayat’ın ikinci kısmındaki Cem Davran’ın hayat verdiği Orhan bey karakteri, yönetmenlerin kafasının devreye girmesi gibi göründü bana. Her iki tercih de bir yandan senaryo kadar iç tutarlığı sakatlama riski taşısa da yönetmenlerin bu yola bile isteye saptıkları fikrindeyim.
Neden? Yönetmen buna niçin gerek duyuyor? İki ihtimali akla getiriyor bu tutum. İlki, kitlenin az sözle iş gören sinemadan pek haz etmemesiyle ilgili olabilir mi? Senaryo susup da olana can veren, renk, ışık, efekt, oyunculuk devreye girdiğinde izleyici sözün sorumluluğunu da üstlenir. Oysa bizim genel seyircimiz pek yorulmak istemez. Öyleyse yönetmen izleyicisini elde tutmak için sözü yükseltme ve karakter üzerinden yol almak isteyebilir. Fakat her iki filmde özellikle öne çıkan söz yoğunluğu ve konuşma isteğinin yaşadığımız tarihsellikle ilgili olmalı. Herkes her yerde çok konuşuyormuş gibi gözüküyor ama aslında hiçbir şey esasıyla ve cesaretle konuşulamıyor. Tersinden, ironik, çarpıcı bir tavır alış sanki bu. Çok konuşmaya bir eleştiri.
Çünkü bugün Türkiye’de lüzumsuz konular üzerinde niteliksiz konuşmacılar hızla çoğalırken esaslı konular hakkında konuşabilecek yaratıcı konuşmacılar azalıyor. Osya sosyolojik dinamizmin ve merkez- çevre ilişkilerinin bütün çatışkanığıyla köpürdüğü bir süreçte yüksek sözün hakkı böylece geri alınmış gibi oluyor. Her iki filmde dinamizm kadar gerçekliğin örselendiği, senaryo çatlaklarının belirginleştiği yerler buralar olsa bile bunlar birer zaaf olarak değil aksine ‘efendimiz acemiliğin’ göz kırpışları gibi gözüküyor. Demirkubuz, Hayat’ta insanın konuşma ihtiyaç ve iştiyakına, sosyolojik şapkası önde duran fakat felsefi özüyle daha değerli bir akt kazandırıyor.
Yazı ilk olarak 19 Aralık 2023 tarihinde Karar gazetesinde yayınlanmıştır.
FACEBOOK YORUMLAR