Bir kişinin ismini hatırlayamadığınızda karşınızdakinden yardım istercesine ‘şey ne yapıyor?’ hani o var ya? diye sorarsınız. Şey, çağrışımların anaforunda berraklaşacak yer arar bir süre. ‘Ha, şeyden, …’dan/den bahsediyor olmalısın’ diyerek sizi kurtarır muhatabınız ve böylece özne sıkıştığı yerden çıkarılmış olur. Daha çok nesneler için kullanılıyormuş gibi gözükse de şey, öznenin, konunun, meselenin kaybolduğu, bilerek hatırlanmak istenmediği hatta unutulduğu durumda maymuncuk işlevi görür. Alacağı eklere göre de, şeye, şeyden, şeyi, şeyle, seysiz, şeyli gibi, hallere bürünür. Böylece hem odak varmışçasına konuşma sürer hem de önemliyle önemsiz arasında açılan boşlukta söz sallanıp durur. Varlığını sevip konuşmadığınız bir ‘şeyi’ mesele edinirken de ya onun ismini bilerek anmazsınız ya da bilerek anmak durumunda kalırsanız ‘şey’ birden anlamsızlaşır, öznenin ve nesnenin karşısında kaybolur. Meğer ki eliniz, sesiniz, vücudunuz veya başka bir yerinizle işaret diline yönelmemiş olun. Söz gelimi karşınızdakinden masanın üstündeki makası parmağınızla işaret etmeden ‘şu şeyi verir misin?’ demenizin anlamı yoktur. Masanın üstünde makastan başka şeyler bulunma ihtimali vardır. Hem makası gösterip hem de ‘şu şeyi verir misiniz?’ dediğinizde muhatabınız sizin makası kastettiğinizi zaten anlamış olur. Sırtınız dönük bir halde ‘şu şeyi verir misiniz ?’ demenin alemi olmaz. Şey iyice muğlaklaşmış olur.
İsmini bilmediğiniz, unuttuğunuz ve söylemek istemediğiniz bir ‘şeyi’ gereksiz şekilde isteyemezsiniz. İnsanın en eski icadı vücut dili bile anlam ve anlamlandırma esasına dayanır. Eğer bir ‘şeye’ ihtiyacınız yoksa, ona karşı bir merak, sevgi, değer duygusu, kıskançlık hatta yok etme isteği taşımıyorsanız ona dair bir hamle yapmanız beklenmez. Zaten ne siz ne de başkaları fark eder şeysizliği. Ne var ki bir ‘şey’i, sıkıştığı, kilitlendiği, düşmek üzere olduğu, anlamsızlaştığı, ayak altına alındığı, yokluğa mahkum edildiği yerden almak, onu ‘şey’likten kurtarmak, isimle can vermekle olur. Dilin tabiatı önce ses sonra isimlendirmeyle başlar. Zaten kelime ‘varlığa ad olandır’. Kelimelerin isim, sıfat hatta edat olarak ayrıştırılması sonraki iştir. Kelime başlangıçtır ve asıl adlandırmanın başladığı yerdir. Kelimesiz olan şeyler de vardır elbette henüz bilinip görülememiş de olsalar. O ayrı.
Varlığını bilip, konuşmadığımız, üstüne fikir yürütüp tartışmadığımız, sevgiyle, düşünceyle aydınlatmadığımız ‘şey’ tam var kabul edilebilir mi? Var kabul edilse bile oradan sağlıklı, doğru, yerli yerinde bir isimlendirmeye gidilebilir mi? Henüz adlandırılmadan önce bizim için ‘şey’ olanlar, adlandırmayla neye evrilirler? Çocuk babayı görmeden de baba kelimesini öğrenebilir. Fakat, çocuk için babanın var tam olabilmesi, onun canlı olması gerekir hayatta. Ya da babadan ‘şey’e dönüşmemesi için de babalığı düşürmemesi gerekir. Hani sadece biyolojik babalık dedikleri haldir bu. Öyleyse varlık isimlendirmeyle özdeştir fakat yeterli değildir. Onun tözü ancak akıl, sevgi, ruh, muhakeme, tecrübe, hayat gibi bileşenlerle tam bilinip yerine oturabilir. Varlığını sevip konuşmadığımız şu veya bu şekilde söyleşip tartışmadığımız bir ‘şey’in isminin olmasının veya şu veya bu adla tanımlanmasının hükmü olamaz.
Bir çocuk düşünün, varlığı üzerine yeterince titrenilmiyor. Beslenip büyütülmesi, korunup eğitim alabilmesi, bir meslek ve meşrep edinme yanında yaşama zevkine sahip bir varlık olma istidadı varsa yaratıcı özneye dönüşmesi için elden gelen hiç bir adım atılmıyor. Bütün bunlara rağmen kendi kendine hem ilerleme kaydediyor hem de yaratıcı işler çıkarıyor. Etrafındakiler onun varlığı ve yaratımlarıyla değil de adının ne olacağı kim diye çağrılması gerektiğini tartışıyorlarsa bu durumun o çocukla bir ilgisi olabilir mi? Tartışanlar kendi hesap ve akıl karışıklıklarının peşine düşmüş gözükmezler mi? Sonra da herkesin ‘şeyi’ olmaz mı o çocuk?
Bir yerde bir sevgi, değer ve ölçüt sorunu varsa, olan şeyler varlıklarını bütün bu sevgisizlik ve değerbilmezliğe rağmen ortaya çıkarıyorsa, isim tartışmalarına itibar edilemez. Eser olmadan ismin, değer olmadan hayatın olmayacağını fark eden eskiler ‘ marifet iltifata tabidir’ demişler ve devamını getirmişlerdir. İnsanın bir varlık olarak her gün itilip kakıldığı yerde nasıl adaletten söz etmek abes ise insan zihninin yarattığı bütün sanat ve düşünce özgünlüklerinin görmezden gelindiği durumlarda onun neyle isimlendirileceğini tartışmak da ikincil meseledir. Zaten değerler eleştirel akıl, zevki gelişmiş bağlamlı tartışma ve okumalar yapılabildiğinde kendi isimlerini de yaratırlar kendiliğinden. Olmadan çocuğa don biçilemeyeceği gibi olmuş, büyümüş, yetişmiş çocuğun donunun peşine düşmek de abestir. İpe naylon maketler asmak ancak boşa nefes tüketmek sayılır. Takma çeneler bir kolu ısırdığında bir çene tarafından ısırılmış olmaz, değil mi?
FACEBOOK YORUMLAR