Ömer ERDEM

Ömer ERDEM

[email protected]

On altıncı yüzyılı çalmak...

17 Ağustos 2022 - 09:21 - Güncelleme: 21 Ağustos 2022 - 01:08

Ejderhanın gözlerini bilmiyorum. Asya kaplanınkini de. Bir timsahın upuzun kapalı gözlerine ise hiç denk gelmedim. Kuzular bir an da olsa nasıl uyur bilirim. Kediler ve köpekler daha pervasızdır uyku konusunda. Ya bir tilki, ya bir tavşan? Kim bilir nelerle gidip gelir gecenin ateşli telinde... İnsanın gözleri ise velev ki bir bebeğin, bir sevgilinin dünyadan çıkıp gidişiyle önümüzde dursun. Dalar gideriz. O göz kapakları nasıl da alır bizi derununa. Göz dünyanın dinlendiği yerdir. İki hatta üç bakımdan böyle bu. Sevgili bir göze baktığımızda oradan dünyayı dinleriz. Seslerin huşu veren akışını duyarız. Sonra dünyanın dinlendiği, hamuş olup maya tuttuğunu hissederiz. Dahası da dünya, kendi yorgunluğunu alır güzel bir gözde, dinlenir. Dinlenen her şey son lezzetine erer.

Bütün güzel sanatlar dahil görsellikle iç içe geçmiş tüm uğraşlar bu dinleme/ dinlenme üzerinedir. Dinlendim, deriz bir resme baktıkça. Duydum, deriz bir çiniye, bir minyatüre, bir fotoğrafa gittikçe. Osmanlılar çiniyi de Anadolu’da gözü açık dolaşmanın ağır bedeli karşısında gözleri ‘dinlensin’ diye özellikle tevarüs edindiler Selçuklu’dan. Çin toprak sanatlarının kalbiydi ama bütün halklar kendilerince pişirdiler toprağı. Fakat, Doğu’dan Batı’ya göçmenin hüznü bir hareket olduğu kadar duygu olarak da hep hatırada kaldı. Ne zaman bir çini panoya baksanız süzülüp gelen ‘Çin bulutlarına’ rastlamanız bundan. Çin bulutu saklı bir menzil burumu. Yeni, taze salyangoz kabuğu gibi öne doğru baş uzatması bundan. Nice ustanın gizli/ gizemli aşk hikâyesi. Geride kalanın göz anlayacağınız.

Toprak bütün uygarlıkların, hele Mezopotamya halklarının dili. ‘Çanak çömlek’ felsefe olduğu kadar şiir de. Motifler, renkler, içten bir tarih ve içtenliğin gam yanında neşve ile yorumlanışının sembolü. Bir kez olsun Rüstem Paşa Camii’ne varıp da çini uygarlığının evrensel coşkusunu duymayanlara bulutları gösterip de gök orada, yukarıda demenin anlamı yok. Hele göz ile ilahi güzellik arasında ip atmak hiçten bir davranış. Turkuazı gökyüzünden meyve meyve koparmanın dili sayamayanlar kara, kirli, köhne duvarlarda hikmet ararlar. Oysa Osmanlı çinisindeki mavi geçişler gök kubbesiz açıklanamaz. Mavinin rüyası, başta İstanbul tabiat ve florasının binbir çeşit çiçeğiyle boylanırken, kırmızı, yakuttan nar incisine değin kalbin ve aşkın yansıması olur. 16. yüzyıl çini ustaları bir uygarlığın çılgınlık seviyesini yaşarlar. Hiçbir tekkeye sığmayan aşk neşvesi cezbeli çizgilerle bu çinilere yansırlar. Bir uygarlık duyuş özgürlüğü kadar ifade etme sınırını da tecrübe eder. Bizans’ın canım mozaik sanatı, Orta Asya’nın güçlü kültürel akını, burada berkitilir. Görsellik göz ile dünya arasındaki yayın içine gerilmiş tatlı mutlak zaman olur.
 

Bütün İspanya, Portekiz, nice Akdeniz bir şekilde ‘arabesk’ etkisiyle çiniye ‘göz kırpar’ çünkü çini, insanı insan kılan canım gözün idrak şiiridir. Çini ustaları göğü yere davet ederler. Bahçeler en şanlı dallarını, kırlar en vahşi güllerini fakat aşk en içli söylevini burada sergiler. Dinî yapıdan sivil yapıya, kapıdan duvara hasılı gözün yokladığı, var oluşun tınısıyla çınladığı her yerde o yer bulur. İstanbul’un maneviyatını sadece süslemez yaratır da çini.

Şimdi şu günlerde aya bakıp da onda kirli bir kumaş parçası görenler, onun arkasındaki güneşin şevkinden habersiz karanlığın davulunu çalanlar geldiler, Eyüp Sultan’daki çinileri öldürdüler. Ölümün bunca coşkuyla ve kolayca yer bulduğu toplumlarda göz körleşiyor, oyuluyor ve güzelle, aşkla olan irtibatını yitiriyor demektir. Fatih Sultan Mehmet fetih sonrası Ayasofya’ya geldiğinde, bir yeniçerinin duvardaki freskleri parçaladığını görünce kılıcıyla sadece müdahale etmemişti, Roma’nın ufkunu da çizmişti. Diyar-ı Rum’da asırlardır, resimlerin gözleri oyuldu, put diye mermerler yıkıldı. İslam uygarlığının ve Osmanlı kültürünün göz nuru çiniler de yıllarca dışarı kaçırıldı. Her parça gözümüzden ve güzelliğimizden söküldü. Barbarlık bir ulus değil ilkel kavimdir yeryüzünde.

Birkaç çekiç darbesi bir daha geri getirilmeyecek şekilde 16. yüzyılın maddesini değil, iddiasını çaldı. Ve çalmak insan topluluklarında hâlâ ilkel olmayan en affedilmez suçtur. Çünkü onda maddenin de hakkı vardır. Çalan maddeye, şekle, surete, sembole de tecavüz eder. Gözlerimi yokluyorum ben de nicedir. Bu aşk hırsızları nereden bir yay gerip de onu da yerinden edecekler diye.
 

Reklam

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum