Ömer ERDEM

Ömer ERDEM

[email protected]

Gün geçer, zaman akar, insan göçer ancak...

02 Ocak 2024 - 09:40

Gün batmak içindir, zamansa akmak... Günle zaman arasında insana düşen nihai erek ise göçmek olmalı. İster içte yaşansın bu göç ister mekanda fark etmez. Hareket asıl karakteridir varlığın. Gün, zaman, göçmek neredeyse aynı anlam rayı üzerinde gidip gelirler. Bir ağacın gövdesine görünmez ayak pençeleriyle yapışıp da en yükseğe çıkan sarmaşığa benzeyen zaman günü de göçü de hükmü altına alsa bile sonuçta her biri ötekini etkileyip tamamlar. Alışkanlıkla zamanın akışı da doğudan batıya doğru başlatılır. Gün, doğudan kalkar gelir. Güne dönmek ona bakmaktır. Sanki her şeye rağmen güneş can sebebi olduğu kadar hayatın merkezidir. Günle güneş kayıtsız bağdaştır. Doğuşta olduğu gibi göçüşte de doğudan, doğumdan gelir insan. Öyleyse göçme, göçüş sürekliliğin bir parçası sayılmalı, donuşun, bitişin değil. Doğum, yeni olandır. Doğuran yenileyendir. Doğmak günedir, zamanın içinde göçe akan. Göçen, bir şeye son verip bir şeyleri geride bırakırken bile görüp görmediği nice şeye can verir.

Coğrafi olarak doğu da batı da ebedi bir yanılgıdır aslında. Ne güney bellidir ne de kuzey ona bakarsan. Sonunda bir noktadan sonra hepsi silikleşir. Dünyaya efendilik etmek isteyenler kendilerince bir merkez ve çevre belirlerler bin yıllar boyunca. Fakat her merkez arkeolojinin ve tarihin birer konusuna dönüşür nihayette. Eylemsel olarak diriliği ve yeniliğe denk düşer doğu. Şimdiki miskin ve yenik havası bizi aldatmasın, ‘ışık doğudan gelir’. Gelecekse, geldiyse yine gelmelidir. Yokluğun olabilmesi için ilkin ilk olana muhtacızdır. Göçmek ise gerekçeli gerekçesiz, acılı sevinçli âdeta insanın tüyüne yapışmış bir zaman efekti gibi çalışır durur. Bilerek, isteyerek, heyecanla gelen göç ne güzeldir ancak pek az kimseye nasip olur böylesi. Geçmiş zamanların göçüşüyle, göçmenliğiyle yeni zamanlarınki bir mi? Sebepleri kadar sonuçları da acının kökleriyle sarılı. Batı göç almaktan huzursuz şimdilerde fakat zorla göç ettirdiği milyonlarca insanın teri, emeği, acısı toprağın vasfı hâlâ.

Doğunun akıl ve düzen yoksunluğu göç doğuruyor hep nice düşükle. İnsan varlığı mecburiyet fırınında bunalıyor. Doğudan akan yüzlerdeki gerilim göz bebeklerine sığıyor. Bundandır belki de günün geçmesindeki şevk hüznü kalmadı hayatın. Dağların ardından ihtişamla batan güneşi bile sevinçle yolcu edemiyoruz. Bir kan damlıyor sanki zamanın koynunda durmadan. Zaman denilen mahluk hepten mesailere, saat dilimlerine, oluştan öte işlerin ağına dolanmış halde. Korkup duruyor insan mesaisiz kalmaktan. Oluş bir neşve değil. Olan şeylerin görüntüsü. Kabuğu. Kişinin sadece kendisinin kıldığı berrak ve kimsesiz bir an bile neredeyse yok. İnsana, göçten ve göçmenliğin tadından söz etmek nasıl mümkün olsun şimdi? Sesin ve sözün ırasında altın niyetlerle övülmüş göçün menzili nasıl tayin edilsin? İki gönlün birbirine gönüllü göçü sayılan aşkı kim nereden ölçsün? Gün, zaman ve göç üçlüsünün tacı sayılacak aşkı kim alnında taşıyabilsin?

Diyeceğim aslında, biraz sakınarak söyleyeceğim yine de. Göç, hiçbir göç

şahsi değildir yine de. Gün, zaman nasıl kimsenin mülkü değilse o da öyle. Zaten insanın insandan sakladığı, kopardığı, mal mülk edindiği gün değil mi böğrümüze çöken. Zaman makasıyla dizimizi biçen? Ölen bile bir başına geçip giderken yine gerisinde bir toplumsallık bırakır. Zaten bizim kültürümüz, hayır kavramıyla, bu toplumsallığı, geriye, ölümün arkasına koyma fikrini geliştirmiş. Hayır işlemek, okul, çeşme, yol yapmak, kuyu açtırmak, kitap yazmak, iyi bir isim bırakmak tersine pozitif bir göç gibi tasarlanmış. Böylece günün geçişi, zamanın akışı insanın göçüşüyle ışıklandırılıp parlatılmış. Günün geçişiyle zamanın akışı beyhudelikten kurtarılmak istenirken insana eylemle âdeta bir göç şiiri bağışlanmış. Zengin fakir ayırt edilmeksizin her varlığa niyet terazisiyle sağlanmış bir imkân. Geriden gelenler gün gelip kıymet bilir mi düşünmemişler. Savaşı, yıkımı, insanın bitmez barbarlığını engel görmemişler. Zaman sarrafının mutlak terazisine hep itimat etmişler.

Gün bir zaman kristali olarak her sabah elimize düşüyor. Güneşe serilmiş tütün yaprakları misali her şeyi gerip kurutan zaman bizi de un ufak etmeden önce yaşam denilen tütme fırsatının hakkını vermeli. Aksi halde ruh, ruha sevgi hamleleriyle göçerken bir kez daha o büyük sorunun eşiğinde buluyoruz kendimizi. İnsan olarak kalamayacaksak yaşamak niçin? Gün, zaman ve göç nereye?

Reklam

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum