TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ KUŞATMAYI YARMAK!
NACİ YENGİN
Bölge ve dünyayı sarıp kavuran sorunlardan kaçmanın bir yolu var mıdır?
Uluslararası ve ulusal sorunlara karşı söylenmek isteyip de söylenemeyenleri edebiyat yoluyla mı ifade eder bazı insanlar?
Dünyadan, gerçeklerden kaçmanın aracı mıdır edebiyat ve sanat?
Edebiyat ve sanatçıların işi siyaset bilimci ve tarihçilerden daha mı zordur?
Milletlerin silahı olmak ve milletleri yüceltmek için o millettin bağrından çıkmış edebiyatçı ve sanatçılar mı yoksa pozitif bilim alanında dünya çapında ödül almış, çığır açmış insanların mı daha fazla etkisi vardır?
Bu ve buna benzer soru ve tartışmanın ardı arkası kesilmez, kesilmeyecektir.
Zira hangi alanda bir şeyler yapmaya çalışıyorsanız çalışma alanınızın en iyi alan olduğunu savunup iddia etmeniz tabiidir. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse ya meslek icabı yapıyorsunuzdur ya da heyecanınızı yitirmişsinizdir.
Son dönemde kendisinden haklı olarak söz ettirmeye başlayan İbrahim Karagül’ün yıllar önce yayımlanan "Yüzyıllık Kuşatma" çalışmasını ve yazılarını yeniden değerlendirmek gerekiyor.[1]
İnsanların çoğu zaman görmekte zorlandığı üstü örtülü birçok konuyu sade ve akıcı bir üslupla ortaya koymak ayrı bir maharet ister.
Tarihi, kültürel ve milli hassasiyet içerisinde kaleme alınan yazıları okurken özellikle Sovyetler Birliği ve Kominizim tehlikesinin ortadan kaldırılmasından sonra Batılı büyük şirket ve devletlerin el birliği ile ortaya çıkarılan ve yeni tehlike olarak gösterilen "İslam" algısına karşı ABD ve Batını izlediği bölgesel ve uluslararası politikaları görmezlikten gelemeyiz.
II. Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan dünyanın ABD ve Sovyetler birliği arasında bölünmüşlük durumuna ayak uydurmak hiç de kolay olmadı Batı için. Bu tarihe kadar Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşı sonunda tasfiye edilmesiyle birlikte Almanya ve Avusturya'nın etkinliği sona ermiş dünya İngiltere'nin tahakkümü altında yaşamaktaydı. I. Dünya Savaşı sonrasında dünya hâkimiyeti düşüncesiyle boy göstermeye çalışan ABD, İngiltere'nin etkinliğini kıramayacağını anlayarak II. Dünya Savaşına kadar beklemek zorunda kaldı.
Her ne kadar II. Dünya savaşı İngiltere'nin üstünlüğü ile de bitmiş görünse de savaşın gerçek galibinin ABD olduğu 1945 Yalta Konferansında daha net bir şeklide anlaşılacaktır. Savaş sonunda ortaya çıkan dünyadaki sözüm ona güvenlik boşlunu doldurmak amacıyla Doğu Avrupa, Türkistan ve Balkanlarda etkinliğini arttırmaya çalışan Sovyetler birliğine karşı ABD, Batı bloğunu harekete geçirmek amacıyla Kuzey Atlantik Paktını (NATO) kuracaktır. Buna karşı da Sovyet Bloğu Varşova Paktını oluşturarak Batı liberal ve tekelci sermayeye karşı kendi payına düşeni almaya çalışmıştır.
Sovyet ideolojisi içerisinde Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya, Arnavutluk, Çekoslovakya, Polonya, Doğu Almanya, Macaristan gibi ülkelerin artış göstermeye başlaması ve buna karşı yaratılmaya çalışılan komünizm tehlikesi paranoyalıları Batı medeniyetini "ortak düşmana" karşı gerek savunma ve gerekse düşünsel anlamda ortak hareket etmeye itmiştir. Ancak gözlerden kaçan en önemli ayrıntı komünizm tehlikesinin varmış ve bu tehlikenin Avrupa'yı da içine alacakmış gibi yansıtılmasının arkasında liberal sermayenin olmasıydı!
Sermayeyi elinde bulunduran ABD ve Avrupalı zenginlerin ekonomik hegemonyalarını koruyabilmek amacıyla yapmaları gereken öncelikli çalışma halkı yanlarına alma ve çalışmalarının halk adına yapıldığını halka inandırmalarıydı. Bunun için de o dönemde komünizm tehlikesi ve Sovyet tehdidinden daha geçerli bir düşman-öteki bulunamazdı!
Avrupa ve ABD burjuvazisinin bu yöndeki çabaları elbette ki yeni değildi. Fransız İhtilalinin arkasında da aynı çevreleri görmek mümkündür. ABD'nin bağımsızlığını kazanmasında yine onlar vardı. Ne ki, savaşların arkasında, iktidarların arkasında şovenizmin arkasında yine onlar vardı. Daha da ileri giderek söylemek gerekirse Osmanlı'yı tasfiye etmek amacıyla II. Abdülhamit'i deviren II. Meşrutiyetin meşhur kadrolarının arkasında da onlar vardı. II. Meşrutiyete karşıymış gibi gösterilen ve sözüm ona milli İslami hassasiyetlerle ortaya çıktığı masalı ile insanların uyutulduğu 31 Mart Olayı'nın arkasında da onları görmekteyiz!
Diyeceğimiz o ki Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimiyle başlayan burjuva sınıfının ülkeleri yönetme ve sermayelerini korumak için milliyetçi-dini ideolojileri kışkırtarak savaş başlatma girişimleri yeni değildir. Bu oyun bilinmesine rağmen her nedense bizim gibi köklü tarihi ve medeniyet tecrübesine sahip ülkeler dahi aynı oyunun içinde olmaktan kurtulamamaktadır çoğu zaman. Son yıllarda Arap Baharı oyunu, Ortadoğu’nun işgali aynı çevrelerin ortaya koymuş olduğu büyük oyunun birer uzantıları değil midir?
Türkiye'nin Tek partili demokrasiyi yaşadığı 1945'li yıllarda Milli Şef İnönü dönemi önemli kırılmaları da beraberinde getirmiştir. İç ve dış politikada yaşanan kırılmalar Atatürk dönemi Türkiye'sinin izlediği iç ve dış politikayla İsmet İnönü döneminde izlenen politikalar arasında belirgin bir ayrışmanın olduğu göze çarpar.
Türk Kurtuluş Savaşı emperyalizme ve burjuvaziye karşı verilen mücadeledir aynı zamanda. Bunda kimsenin şüphesi yoktur. Ancak Atatürk'ün ölümüyle başlayan II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye'nin izlemiş olduğu tavır ve çizgi hiç de Kurtuluş Savaşı vermiş, emperyalizme, batıya karşı savaşmış, Osmanlı'yı hangi güçlerin hangi amaçlar için çökerttiğinden habersizmişçesine bir görünüm, yol almaya başlamıştır. İnönü döneminde başlayan Türkiyenin iç ve dış politikadaki derin kırılmalar ülkeyi batı bloğuna yamama, milli reflekslerinden yoksun bırakma şeklinde devam etmiştir.
Türkiye'de Atatürk'ün ölümüyle benimsenen yeni dış politika anlayışı kaçınılmaz bir zorunluluk mu yoksa Türkiye'nin Tanzimat'la başlayan Batı medeniyeti değerlerini benimseme sürecinin bir devamı mıydı?
İnönü Dönemi Türkiye'si gerek iç ve gerekse dış politik gelişmelerle mevcut hükümetin bile isteye halkı yönlendirdiği, bazen baskıyı da ekleyerek Batı medeniyetin tercih ettiği yıllar olmuştur!
Türkiye'nin ABD yanlısı dış politikasını anlamanın yolu Kurtuluş Savaşında ABD'nin Sivas Kongresi sırasında sonuçsuz kalan Türkiye'yi manda bir ülke haline getirme girişimini saymazsak 1945 Yılına kadar gider. Bu dönem Türkiye için olduğu kadar ABD için de önemli bir dönemdir. Zira Türkiye her ne kadar fiili olarak II. Dünya Savaşında aktif bir savaşa girmemiş olsa da ekonomik ve siyasi sonuçlarını en yakından hisseden ülkelerden olmuştur. Sovyet yönetiminin savaştan güçlenerek çıkması başta ABD olmak üzere, liberal ekonomi ile yönetilen ülke sermayelerini tedirgin etmiş ve Komünist ekonomi anlayışına karşı bir kalkan oluşturabilmek amacıyla demokrasi, insan hakları, medeniyet ve milletlerin inanç değerlerini korumak adına Türkiye gibi bazı ülkeler görünüşte de olsa ABD ve Batı bloğu tarafından desteklenmiştir. Batı medeniyetinin söz konusu desteğinin arkasında yatan asıl gerçek ise Komünizm ve Sovyetlerin ekonomik ve yayılmacılığını önlemek Batı emperyalizminin mevcut dünya sermayesini kontrol etme araçlarını elde bulundurmak olsa gerektir.
NATO'nun kuruluş amacı Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı'nın ekonomik siyasi ve askeri yayılmacılığını önlemek olarak anlatıla gelmiştir. Bu amaçla Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelere biçilen görev Doğu Bloğu ülkelerine karşı NATO'nun bölgede ekonomik, askeri ve kültürel değerlerinin jandarmalığını yapmaktan başka bir şey değildir!
1953-1990 yılları arsında NATO'nun kırmızı olarak adlandırdığı tehlike Sovyet tehlikesidir. Komünizm ve komünist ekonomi modelidir. Bu amaçla Türkiye gibi ülkelerde komünizmle mücadele derneklerine destek verilmiş, milli ve dini değerler özde olmasa da görünüşte desteklenmiştir. Hatta gerekirse darbelerle de rayından sapan ülke yönetimlerine karşı da ABD ve Avrupa aba altından sopa göstererek bu yoldan dönüşün olmadığını ortaya koymuştur.
ABD'nin Türkiye'deki faaliyetlerini en ince ayrıntısına kadar ortaya koyabilen çalışma bulmak çok zordur. Siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri alanlarda ABD'nin II. Dünya Savaşı sonrası Türkiye ve Yunanistan'a karşı özel önem vermesi bir tesadüf olamayacağına göre bu ilginin altında yatan etkenleri ortaya çıkarmadan ülkelerin geleceğini belirlemek ve bağımsızlıktan dem vurmak mümkün değildir!
1946 sonrası siyasi partilerin hamaset dolu konuşmalarından öte bir anlam taşımayan bağımsızlık kavramı artık ülkelerin değil büyük şirketlerin tekeline geçmiştir. Bağımsız olup olmadığınızı onlar karar vermektedir! Tıpkı hangi malı alıp almayacağınıza; hangi şampuanı kullanacağınıza, ihtiyaçlarınızın ne olduğuna varıncaya kadar her türlü ihtiyacınızı ne olduğunu onların belirlediği gibi!
Şirketlerin bağımsızlıktan anladığı en önemli şart mevcut şirketlerinin kar paylarını ne derece arttırdığı, yatırımlarından elde edecekleri gelecekteki karlar ve kıskaçlarına aldıkları ülkenin sermayesini ne derece ellerine alabildikleri olsa gerektir. Türkiye böyle bir açmazın içinde yıllarca çırpınmıştır. Ne ideolojilerin, ne bağımsız devlet anlayışının ne hamaset dolu sloganların hiçbir önemi yoktur Batı ve ABD yanlısı yerli ve yabancı yatırımcılara göre.
Artık hiçbir şey gizli değildir. ABD'nin Türkiye'ye karşı izlediği politika İsrail-İngiltere eksenli olarak devam etmektedir.
1990'lara kadar ABD'nin Türkiye'ye karşı izlediği politika ile Sovyet yönetimi ve komünizmin çökmesi ile uygulamaya koyduğu politikalar arasında derin farklar vardır.
Türkiye'nin 15 Temmuz 2016 ve 28 Şubat1997 yılına kadar tanık olduğu darbe ve darbe girişimleri dikkate alındığında 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeleri ile 1997, 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminin içerik ve anlayış yönüyle farklı olmadığı görülür.
Şurası bir gerçektir ki, tüm darbelerin Türkiye'yi ABD ekseninde tutmak, Sovyet eğilimli düşünce, siyaset, politika ve ekonomik yatırımlardan uzaklaştırmak amacıyla yapıldığı ortadadır. Ancak 1990 itibarıyla ABD ve NATO'nun hedef kitlesi İslam ve İslamcı terör olarak adlandırdığı ve gelecekte tehdit oluşturabileceğine inandığı İslam dünyası olmuştur. Bu nedenle 28 Şubat1997 ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimlerinin arkasında her ne kadar ABD-İsrail ve Batı bağlantıları varsa da komünizm tehlikesine karşı değil yükselen İslam dünyasının ekonomik, askeri ve kültürel yapısını sindirmek amacı güttüğü görülmektedir!
Soğuk savaş döneminde varmış gibi gösterilen ABD-Sovyet çatışmasının arkasında yatan gerçek nasıl ki ekonomik hegemonya sahalarını ele geçirme mücadelesi ise komünizmin çökmesi ve Doğu-Sovyet Bloğunun çökmesi ile İslam dünyasına karşı başlatılan politikaların arkasında aynı düşünce yatar.
12 Eylül 1980 Darbesi ile özelde Türkiye genelde İslam Dünyasına karşı izlenmeye başlanan Ilımlı İslam Politikaları 15 Temmuz 2016’da FETÖ terör örgütü eliyle uygulamaya konulmak istenmiş ABD-İsrail ve İngiliz düşünce kuruluşları tarafından planlanan, büyük şirketler tarafından finanse edilen projeler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öyle ki son dönemde gizliliği kalmayan birçok kişi, grup, cemaat ve düşünce kulüplerini ekonomik ve siyasi desteğini esirgemeyen söz konusu ülkelere bağlı bulunan thing tang şirketleri tarafından bu tür faaliyetler açıkça dile getirilmektedir. Bu durumun yeni bir gelişme olmadığı 1953 sonrası birçok tanınmış bilim adamı ve yazarın ekonomik ve siyasi desteklerle ön plana çıkarıldığını itiraf etmektedirler.
Yazının ikinci bölümünde "CIA ve İslam Dünyası" işlenecek
www.tarihistan.org
Not: İzinsiz alıntı yapılamaz
[1] İbrahim Karagül, Hıristiyan Siyonistler-Kutsal Savaş ve İslam Dünyası Yüzyıllık Kuşatma, Fide Yay. İstanbul, 3. Basım Eylül 2006