CİNNETLE CENNETİN MÜCADELESİ
NACİ YENGİN
Cinnet geçirmek yalnız insanlara has bir durum değildir. Bir millet topyekün cinnet geçirebilir bazen. Bu bazen din değiştirme, bazen iç ve dış baskılar sonucu da olabilir. Bazen de sömürge altında kalan bir millete karşı sömürgeci kültürün baskın uygulamaları ile sistemli bir “mangurtlaştırma” hareketine de dönüşebilir cinnet hali!
Milletimize dair ilk olarak Uygurların yaşadığı Çinlileşme temayülünde görülen cinnnet geçirme serüvenine benzer bir durumla karşı karışaya kalan Osmanlı son dönem ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki seçkinci aydınlarının kurduğu Cumhuriyet yönetimi bazı alanlarda gerekli olmasına rağmen birçok alanda milletin hazır olup olmadığına bakılmaksızın tepeden inme devrimlerini hayata geçirerek gerçekleştirdiği rejimini millete maşetme yolunu tercih etmiş görünmektedir. Bu aşamadan sonra millet, kabuğuna çeklirken milleti inşa etme görevi batılı değerleri benimsemiş “aydın”lara verilmiştir! Aydınların değer yargılarıyla milletin geleneksel inanç ve kültürel değerleri çatışmaya başlamıştır. Millet kültürel baskılar karşısında yeraltına çektiği milli ve dini değerlerini sokaklardaki mezarlarda, köşe başlarındaki derviş, evliya, hacı, hoca, yatır, ermiş...mezarlarında, türbelerinde bulmaya başlamıştır.
Cumhuriyet devrimlerinin amacı yalnız insanları inşa etmek değildir. Yaşanılan mekanlar da devrimlerin zihniyet dünyasını yansıtır. Türkiye Cumhuriyetinin kendine has bir mimarisi yoksa bunda yapılan devrimin düşünce ve yaşam alanlarında da özgün bir düşünce olmamasının büyük etkisi vardır.
Modern mimari olarak topluma dayatılan yaşam alanlarında insanlar mimarinin boğucu dikine mimarinin baskısı altında kalmaktadır. Mimarinin insan yaşantısına olan yansımalarının faturası psikolojik travma ve cinnet halinin aileleri sarmalası şeklinde tezahür etmektedir.
Tarihi kimliğiyle ön plana çıkan şehirlerde nüfusun artmasına paralel olarak yeni yaşam alanları açma bahanesiyle ilk etapta mezarlıklar, türbeler, ve mimari eserlerin bulunduğu arazilerinin seçilmesi tesadüf olarak görülmemelidir.
Bir millet bünyesinde yüzyıllardır barındıra geldiği evliya, ermiş, yatır, hoca, derviş, şeyh, dede, baba geleneğini yok ettiğinde sanılmasın ki yalnız bahsi geçen kadim kültür yok olmayacaktır! Aksine, bu durum bünyesinde barındırdığı dini, tarihi, kültürel alana açılan kapıların, köprülerin de yok olması, yıkılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle sokak, mahalle, yol, cadde, semt, köy, şehir, kent ve metropol... Her türlü yerleşim merkezinde “yatır”, “türbe”, “mescit”, “cami”... ile çevrelenmiş mekanlarda yetişen insanların inanç ve kültürel değerlere olan bakışı, ilgisi böyle bir muhitti yaşamayanlara göre daha yoğun ve daha samimi olacaktır.
Bahaeddin Özkişi’nin “Sokakta” romanı tam da bahsini ettiğimiz konu üzerine bina edilmiş gibidir. Öyle ki “Sokakta” romanı cemiyetin modernleşmesi ve kimlik, kişilik değişimine direren ve cemiyetten dışlanan bir insanın öz benliğine sahip çıkma mücadelesidir de.
“Evliya, geçirdiği faydasız hayatına rağmen eskiye açılmış bir kapı olarak kaldı. O var olduğu sürece batı, sokağımızda rahat nefes alamıyordu.”[1]
Milli benliğin bir medeniyet olarak ortaya çıkmasında dini değerler, benlik olarak yaşamasında ise kadim kültürlerin canlandırılmasının ne derece elzem olduğunu Batı medeniyeti anlamış ve insanların yaşam alanlarını ferahlatarak dini ve milli değerleri ön plana çıkaracak çalışmalara ağırlık vermeye başlamıştır.
Milletimizin medeniyet inşasından uzaklaştırılması yüz yıl önce gerçekleştirilen büyük bir projenin sonucudur. Yüz yıl aradan sonra kültür ve medeniyet inşası yolunda atılacak köklü adımlar yine milletimize düşen kutsi bir görev olarak karşımızda durmaktadır! Kutsi görev karşısında bazıları şaşı baksa, bazılarının gözleri medeniyet ışığı karşısında kamaşsa da milli benliğin ne anlama geldiğini bilen kadrolara her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. www.tarihistan.org
[1] Bahaeddin Özkişi, Sokakta, Ötüken Yay.İst. 2008. S. 95