YAZAR KENDİ YOLUNDA İLERLERKEN SANA BİR YOL BULUR
Eskiden elime kalemi alıp, akıl ve gönlümle birleştirebilme iştiyakımı söyleyip söylememekte pek tereddüt ederdim. Bu tereddüdümün sebebini epey bir vakit sonra nefsimden ileri geldiğini anladım. Zira kalemin gönlümü yarması, açığa çıkarması demek olan yazısının sebebi olan ben, acaba onu sadece kendimin değil başkalarının da hoşlanacağı ve bana vay anasını neymiş de haberimiz yokmuş demesinin sağlayacak tarzda harekete geçirebilecek miydim? Bu boş ve saçma arzunun sebebinin ne denli benliğimi sarmış olabileceği gerçeği, vaktin demlenmesi ile halâ ve halâ idrakime tam olarak takdir edilmiş olmasa bile, nefsimi sindirebilmek ve dertleşecek bir mefhumun her daim varlığını, kalem ile kâğıt olduğunu idrak etmek bendenizi rahatlatıyor.
Yalnızlık zor, çok zor. Hele yalnız olmadığın hâlde, yalnız olduğunu zannetmek gafleti de acı. Belkide gerçek manâda vuslat, geçirdiğimiz demler ve hâller ne olursa olsun tamamlamaya mecbur olduğumuz o ilâhi vaktin seyrini önce iniş, bilâhare çıkış olarak tamamlayıp, çekip gitmek, daha doğrusu gelmek ve gitmek, gerçek mutluluğun kaynağı değilde nedir?
İnsan çilenin manâsını idrak edebilmişse orada bile pekâlâ mesut olabilir. Nefes almakta güçlük çekmiyorum, hele yemek yemekte hiç mi hiç. Hareketlerimi sınırlamak mecburiyetinde değilim. İstediğim, musiki alemlerinde dolaşıp, istediğim kitapları okumak mümkün. Sıcaklığın hoşluğu içime doluyor. Hoşlandığım ve memnuniyetimi ifadeye çalıştığım şeylerin içinde eskiden beri pek hoşuma giden bir odun sobası ve odunların o ateşîn hâli alırken, çıkardıkları nağmeler de var. Temizlik, tertip olabildiğince güzel. Geniş bir alanda her taraf dört duvar, tavan ve taban kapalı, dünya gözüyle genişçe, fakat tek bir mekânda bulunan hususiyetlerin varlığı insanı rahatsız etmiyor. Ancak gören göze, işiten kulağa her yerde ve her mekânda görülebilen, bu maddi ve hissedebilen emanetler, müsaadesi çıkıpta manevi hazzı yakalatabilen mefhumlarla birleşince ne kadar da güzel oluyor. O kapalı alan açılıyor, insan gönlü gibi, gözü gibi. Mekân büyüyor, büyüyor, büyüyor. Büyüdükçe, sen küçülüyorsun. Açıldıkça kâlbin, sen küçülüyorsun, küçülüyorsun, küçülüyorsun. Zira safralarını atıyorsun, “gafletini cehaletini ve mutluymuş gibi aldatan rehavetini” bırakıyorsun o essiz engine. Onları bıraktıkça açılan yerlere sadakat, vefa, feragat, merhamet, fedakârlık, teslimiyet doluyor, işte o mekân daha da büyüyor ve senin hiçliğin ile ulaşabileceği en ulu hâline ulaşıyor. Zira insanın kendi hiçliği ile ulaşacak olduğu mekânın büyüklüğü “kendini bilmesiyle” doruğa ulaşamazda nereye ulaşır?
İşte biz kendimizi bilmenin mekânında, eşiğinden atlayıpda içeriye girmeden, ele alınan kalemin acısını çekenlerin acısını çekmeye gelmedik. Çünkü buna ne gücümüz ne de dermanımız var. Zira kendimizi bilmeyi kendimizi için bir becerebilseydik bütün bunlara lüzum kalır mıydı?
Evet, saygıdeğer ve her türlü sevgiye lâyık, beyefendi ve hanımefendiler… Baştan dilenen özürlerin sebebi, sonrasında mütereddit olunması ihtimalinden olsa gerek. “herhalde bu tereddüt hâli insanın kendine olan itimadının tam olmamasından, vücuda geliyor” diye düşünürken, insanın karşısındakine olan hürmetinden dolayı mütevazı kaynağından bir damla olabilmesi ihtimali de akla gelince insan birazcık daha rahatlıyor.
Baştan dilenen özrün sebebi, olurda günün birinde bu yazdıklarımı birilerinin okuması ve kendi fikir ve düşüncelerine ters gibi görünen şeylerden dolayı doğabilecek hissiyatları olması ihtimalidir. İnsanlar, muhakkak “yalnız insanları” içine alıpda aşk olabilmek arzusu ile değirmentaşı altında öğütülmeyi bekleyen buğday daneleri gibi, ama onları dünya meşakkatleri ile ezip büzecek olan nefisleri, bir gün ilâhi elin “gel berû” işareti ile asıllarına dönebileceklerdir. Amma zıtlıklardan doğan ve husûle gelen manâları, o ilâhi ahengin mimarı gören göze her şeyi güzel ve icap ettiği gibi gösterir. O hâlde bendenizin sizlere “acaba” sorusunu sorduracak fikirlerini lütfen zıtlıkların yaratıcısı yüce Rabbimin adına hoşgörünüz.
Baharla birlikte uyanan ağaçları, seher vakti beni “haydi kalk o eşsiz âlemde uykuyla geçirdiğin şunca zaman yeter, kalk ve sana emrolunduğun üzre, kendini bilme düsturu içinde çalışmaya devam” diye güzel hoş nağmeleri ile uyandıran kuşları, güzel insanları, beğenilmeyen hâl ve hareketleri, hoş musiki nağmelerinin rehavetini, bilmem hangi gafletleri, velhasıl-ı kelâm her şeyi ama her şeyi, şu emanetçi kalem ile kâğıda dökerken, hep ama hep kendimiz için yazar, kendimizi yazarmışız.
İşte sevgili şahidim, işin bu garip ama pek hoş tarafını hissederken bile dünya işlerinden bir an olsun kopabilmek başarısı ve henüz vakit vakit, ama pek güzel bir şekilde bu ruhani hâli yakalamak ne hoş imiş. İnsanın kendi kendisini sorguya çekmesi, tetkik ve tenkit etmesi, muhakeme etmesi, suçlaması, savunması ve neticede hoşluğa varması veya varan yolu bulup dahi teslim olması pek hoş imiş.
Kimse kimseyi o şöyle düşünüyor, bu şöyle yapıyor diye kınamasın. Çünkü hiç kimse kendi yaradılış prensibinin ve sahnede rol yapan oyuncular gibi kendi meşreplerinin ve karakterlerinin dışına çıkamazlar. Nasıl oyun sonrası her oyuncu kendi karakterine dönüyor ve çok tesir altında kalanların ise bu davranışları belli bir vakti aşmıyorsa, her insan da kendisi gibi davranmaya er veya geç başlar. Zira hiçbir bestekâr başkalarının güfte ve musiki bilgisiyle, hiçbir mimar, diğer bir mimarın bu sahadaki bilgisiyle eser vücuda getiremez. Hangi şair senin içindeki hisleri tam manâsı ile şiire dökmeyi başarabilmiştir. Ancak ve ancak belki arayışlar ve isabetler neticesinde sanki bizi anlatan; zevkimize uygun eseri vücuda getiren ustayı bulurda, ehlini, bizi aksettireni bulduk diye seviniriz. Ama bu cihette dahi herkes kendinden bahseder, ancak biz bize uygun olanı tespit ederiz ki, hakikat olan budur. Hangi yazar kendisinden söz ettiği kadar başkasından söz eder. İşte kendisinden bahsederken ondan, ondan bahsederken kendimizden söz edersek, o her ne ise ve ne hâl ise onunla aynı hâl üzre olmuş, onun eli ayağı, kulağı dili ve gözü olarak hareket etmiş oluruz ki, bu sefer hakikatin aynası olmaya namzet olmayızda ne oluruz?
Bazı kimseler zannediyorlar ki bir insanın kendinden bu kadar bahsetmesi, kendi meseleleri üzerinde bu kadar durması, devamlı kendisiyle uğraşması, kendine fazla düşkün olması demektir. Sanki kendisi o duygulara yabancı birisiymiş gibi işin o tarafıyla alâkadar olmaz ve bunu boşa geçen vakit ve budalalık addederler. İşlerinin ve maddi uğraşların içine gömülür giderler. Bilmezler ki bu uğraştıkları işlerin muzafferiyeti, nefslerine zafer kadehini takdim edecek ve bir lâhza kuş kadar hafifleyecekler ve ertesi sabah yeni bir meşgaleye at koşturacak enerjiyi bulabileceklerdir.
İşte gerçek oyalanıcılar bunlardır, işlerle kendilerini unutanlardır ve hatta bunlar aşırı bencildirler, zira zaferi kimseye kaptırmak istemezler. Ancak bilseler ki kendini bilerek hareket eden haddini bilmek imtihanını hakkıyla vermiştir. Hakkıyla verilen bu imtihanın neticesinde ki kendini bilmek ile her mefhumunun hakikatine muttali olunur. İşte, kendiyle uğraşan ve mücehade içinde ilerleyen, her şeyin aslından başka hiçbir şeye kulak asmayan kimse, dünya meselelerinin hazzını manâsı ile birleştirir ve o tatlı haz manâ olarak olduğu gibi, maddi olarak dahi en ücra hücrelerinde dahi hissedilir. Bu iki zıt gibi görünen, ama bu ahenk ve dengeyi meydana getiren doğru ve yanlış, beyaz ve siyah, güzel ile çirkin gibi, insan içindeki ahengi yakalar. İşte o zaman kendiyle uğraşan bu insan dünya işlerinin içinde yok olsa bile “kitle menfaatlerini kendi menfaatlerine terk eylediği” için bencil değil, kahraman olur. Çünkü o kahraman ki bu faziletli mertebeye kendini bulupda gelmemiş midir?
İnsan bütün bunları anlatır yazarken güzellik mefhumunu yakalar ve ona, o mefhuma ihtiras denecek kadar kapılırsa, bunun ismi acaba aşk mı olur? Eğer aşk olursa henüz ulaşamamış olsa ise, bu hâl onu hiçbir zaman bedbaht etmemeli. Sözü geçen olguyu çok iyi idrak ve tespit etmek gerekir. Zira insan, kendi içinde her şeyin en güzelini bulmak, anlamak esprisini yakalıyor, onunla, bu his ile hemhal oluyor. İşte kendinde bu cihetten bir keşif yapan şahıs, bu duygusunu devamlı beğenmek, güzelliği “işte bu en güzelidir” diye tasvir etmek açısından fikir beyan edebilir. Bu fikir başkaları tarafından “bu her kimse güzeli hakikaten pek güzel yakalıyor” diye hoş karşılanır ve takdir edilebilir. Ne fayda. Ama bu kimse tespit ve teşhis ettiği bu güzellik mefhumunu, bir mızrap bir fırça bir kalem ile aksettirebilseydi, işte o vakit ilâhi bir beste, hakikati anlatan bir minyatür ve edebi anlatmak için dillendirilen kitaplar olmaz mıydı? Olurdu elbet olurdu ama bizi gaflet ve delaletten çekip alacak oradan kendimizi ve kendimizden de işin aslını gösterecek bir bildirecek o ilâhi ele, gönlümüzü açmış olalım.
İşte o zaman kendimizi kendimiz ile dillendirirken o ilâhi elin her daim var olduğu kapıdan başımı uzatıp, bilâhare içeri girip haykırılan “herşeyin düzelmesi, insanın kendi düzelmesine bağlıdır” beyanını duyup hissedebilir ve hâl edebiliriz.
Demek ki esasen kendimizi anlatmaya gayret etmek kendimizi aramaktan başka bir şey değil. Arayışın muhtelif zuhuratından sadece biri. Bu arayış müddetince kendini bulan, kaynağı bulup da kendine ulaşan her şahıs, işte o zaman kendini düzeltmeyi başardığı için “yeryüzünde nifak, gaddarlık, riya, çekişme, ihtiras, vahşet, zulüm hele hele gaflet” kalmayacaktır.
Normalde güzeli sevmek iyi bir şey gibi geliyor insana. Güzelin kendi manası güzel ama hakiki güzele güzel demek insanın güzellikte ne bulduğuna, onda ne hissettiğine bağlı değil midir? Zıtlıkların ahenkli bir denge meydana getirdiği şu kâinatta, iki zıt mefhumun aynı şeye güzel ve çirkin demesinden rahatsız olmayan insanın, gönül kitabında aşkı aşka mayalandırmış ve bereketini almış olduğu gerçeğinin anlaşılması icap etmez mi?
…ve o zaman insanoğlu aşk kaftanı ile edep diyarında gönlünce seyran eyler.
…ve aşk kaftanı ile edep diyarında ilerleyen yazar kendi yolunda ilerlerken sana bir yol bulur, kâh bilerek kâh farkında olmadan.
Emre Hanzade