ACEM ŞAHI’NA CEVAP
Geçenler de Ankara’dan tanıdığım akademisyen bir arkadaşımla sohbet ederken, geçmiş tarihte Osmanlı İmparatorluğu zamanımız da ziyarete gelen Acem Şahı’nın ziyareti esnasın da enteresan bulduğu bazı anekdotları benimle paylaştı. Bir yemek esnasın da “ Yemeklerin isimleri niye böyle çok karışık, Padişah’ta bunlardan yer mi?” gibi sorular soruyormuş. Biz de bu iki sorudan yola çıkarak şöyle bir yazı kaleme aldık:
Şaşırma hayret et: Her hareketimizin ve cevabımızın arkasında bir gölge gibidir medeniyetimiz.
Açlık hissinin zevki, tokluk hissinin insanı terk eylemesinden başka bir şey midir ki, Türk Milleti olarak, kendisine ancak “bir zeytin” rızk edilenlerin aşinaları ve İnsan-ı Kâmil’in gönlünün açlığını hissetmeye can atanlardanız.
Ancak bazı haller/sofralar, yemek yemenin fiziki bir ihtiyaç, zevkli bir sofra da bulunmanın ve orada bu ihtiyacın teminin için gayretlenen insanların “debdebe-i şahane”den dem vurdukları saray sofraları olarak telâkki edilirler. O âdemlerdir ki bu ihtiyacın teminini mecburi addettikleri devirleri terk edip, insaniyet fikrinin Osmanlı ile yemeğin hayra tebdil edilen rızk olduğu keyfiyetine, yine saray kelimesi libasında da varabilmiştir. İnsan ve saray kelimesi, yemek ile aynı kaba konunca, sofrasın da misafiri ile birlikte Hak yolunda, hayra tebdil olunan ilâhi bir vesile olma hakikatine erişebilmiştir. İşte bu keyfiyet, bu düstur, bu gidişat değil midir ki insanımızı sancağımızın dalgalandığı en ücra ilâhi vatan köşesin de bile, hakiki bir saraylı ve bir tarikat ehli gibi gayretlemiştir.
Bu gayretin ilâhi bir mekân da, ilâhi bir sebebe tebdilinin, insanımızın Kur’an-ı Kerim ahlâkına akabilmek şuuru ile hakikat bulduğuna şahit oluyoruz.
İnsanımız bunu bilirdi, alnını secdeye her koyuşun da kâlbi böyle bir idrak ve heyecan ile atardı, amma, hariçte dünya ahengini bozmadan evinde, hele misafirine saray sofralarını kurmuş; dahil de her lokma da İsm-i Cemal’i zikrederek O’na bir adım daha yaklaşmanın teslimiyetine ve zevkine de varabilmiştir.
Saray, idare-i şahanenin kâlbgâhıdır. Bir kâlp vücudun pek çok köşesinden hayatiyet iksirini kan kelimesinin manâsında ki görev gibi kendinde toplar, ilâhi emirlerini verir ve tekrar yerlerine yollarsa, saray da devletin mukadderatına aynı düstur ile vesile olur.
Şam Osmanlı vücudunun bir uzvu Nemse, Halep ayrı bir uzvudur. Çerkez, Arnavut, Boşnak, Pomak gibi zümreler ayrı birer ilâhi emanet olup; Türk-İslâm sentezinin dimağlar da uyandırdığı kozmopolit yapıdan, ancak İlâh-i Kelimetullah fikrinin aşinalığı ile açığa çıkan manânın sebepleridir. İşte bahis olunan sebeplerdir ki, bu kozmopolit yapının devlet fikri ile nasıl aynı hamurmuş gibi davrandığının açık bir delilidir. Bu delil aşktır, Kur’an ahlâkıdır, gül bağçelerin de gül derlemektir, kadının adalet için gelen herkese hakkaniyet ile muamele etmesidir ve bu delil ebed-müddet devlet fikrinin insan dimağların da ki tefekkürünün neticesin de vardığı hakikattir.
Bunu “ben olda bil” düsturunun haricin de bilebilmek imkânsızdır. Sorana “biz olun da bilin” demek abes olur fikri ile, misafirimiz olan Acem Şahı’nın önüne konan yemek çeşitlerine ve isimlerine akıl-sır erdiremediğinden “karışık şey karışık şey!” fikr-i beyanına cevaben sükut tercih olunmuştur.
Çocukluğumuz da bize anlatılan pek çok hikâye gibi, bunun idraki de ilk günlere göre farklı olmasına rağmen yine de hoş oluyor. Bizim gibi cahil de, idrakimizin kısmen hakikat olduğu şu anda
şükrümüz nasıl olacak diye düşünürken, ferahlığı bu devlet fikrinin biz de ki aşinalığı ile olabileceği işaretini aldı.
19ncu asrın sonlarına doğru, İstanbul’a ziyaret için gelen ve saray da misafir edilen bu Acem Şahı, sofra da yemek esnasın da Türk adetlerinin en ince noktalarının tespiti yerine, isimlerine takılmış ve teşrifatçı paşaya, bu minval suâller tevcih ettirebilmiştir. Nemse Böreği, Çerkez Tavuğu, Şam Baklavası gibi cevaplarını oraların âdetlerine avdet ettirmeye gayret etmiştir. Ancak Osmanlı’nın cihanşümûl bir devletin teşekkülüne vesile olduğu, ebed-müddet olma hakikatinin mutfağına dahi girdiği fikri bir Acem Şahı ile elbette dumura uğrayamaz. Bilâkis bu hakikatler her zaman bastığı halıya, örtündüğü yorganına dahi medeniyet işaretini koyabilen bir milletin hakikatleridir ve Türk Milleti’nin bunlara, karşı hücceti “kalbi ve vakti” olmuştur.
İşte bu iman, tefekkür fırçası ile bir ressamın elinden çıkan tablo gibi, ama fisebillâh eserler vermiş ve bunları gül bağçesin de bahçıvan misali imanını cansız bir tablo olmaktan kurtararak, imanlı gönüllere tebdil etmiş, bu iştiyaklı ve kabiliyetli gönüllere hakikat perdesini kaldırtabilmiştir.
Yoksa o mütevazı evin de saray sofrası kurmak ile israf etmemiş, tasavvufun insana verdiği güzellik fikrini açığa çıkarmıştır. Fazla ve zevkli yemeği kendisi için değil, misafirlerinin artması için bir dua olarak telakki etmiş ve bu fikre “yolda mihman Ali’dir” buyruğundan dolayı güzelliği de katmaya kendini mecbur hissetmiştir.
Çok şükür ki, Türk ve İslâm olarak hayatiyetini idame gayretin de olan bizler, “bereketi Allah’tan, lezzeti cennetten, nasibi olan gelsin” duası ile yemeğe tuz katanları duydukça ve gördükçe, bu devletin fertlerinin boğazından iman ile geçen her lokmanın, toprağın üstünde açılan her çıkının da, o saraylı ve fakat Türk İslâm ruhu ve tasavvufi çehresi ile görmek kabiliyetine sahibiz.
İşte bu millet “tek çeşidin ve üç parmağın” hikmetini de bilerek ve hissederek, gönlü devletine bu sofrayı böyle kurmayı başarabilmiş, bu hayırlı başarıda kendisine sadece bir rol düştüğünü hissetmiş ve pek çok vakit bir zeytin tanesi ile ya kifayet etmiş, ya da edenlerin gölgesin de hayatiyetini devam ettirebilmiştir.
Bir şairin bir devir de dediği gibi:
“Toplanıp ehli hava her biri bir saz çalar,
Çelebi, böyle olur, bizde de konser dedüğün!”
beyiti ile ortaya konan hâl ve ahvâl, Osmanlı ile tek bir ahenk, tek bir ses, velhasıl tevhit ile kemale ermiş ve Türk-İslâm sentezi ile en uhrevi terkibini ortaya koymuştur.
Bizde “yemek faslı” böyle olur, ey Acem Şahı! Bu fasıl hangi makamdan olursa olsun bizi mesut ve bahtiyar eder. Yoksa Padişahın sana ikram olunan yemeklerden yiyip yememesi kimsenin takdirin de değildir. Zira bahis olunan çeşitlilik, bilesin ki bütün milletin ferah bulduğu medeniyetin gölgesidir. O medeniyet sancaktarı olan Türk Milleti medeni bir duruşla, kutlu sancağın gölgesin de gayret kuşağını belinden çıkarmamaya yeminlidir.
Devlet aşını hazmettiren şey ise zaferlerin sofraya koyduğu millet olgusudur.
Emre Hanzade