Prof. Dr. Süleyman Sami İLKER

Prof. Dr. Süleyman Sami İLKER

[email protected]

ALTAY, TUVA VE HAKASYA GEZİSİ (4): PAZIRIK KURGANLARI VE KATU YARUK'A DOĞRU

15 Ağustos 2024 - 07:21

ALTAY, TUVA VE HAKASYA GEZİSİ (4)

(23 TEMMUZ 2024)

PAZIRIK KURGANLARI VE KATU YARUK’A DOĞRU

Gorno Altaysk şehrindeki (Başkent) otelimiz Grant Altaysk’tan 09.00 gibi ayrılıyoruz. 400-600 km kadar güneydoğuya doğru gideceğiz. Aktaş adlı bir şehirde, yol üzerinde öğle yemeği yiyeceğiz. Dün akşamdan yapılan duyuru eksik kalmış. Herkesin duyduğundan emin olunmuyor, bazen. Valizleri indirdik. Biz valizlerle birlikte gidilecek sandığımız için bütün kalın giysiler de valizde kaldı. Son anda valizler şu odada toplanacak dendi, oraya koyduk. Valizlerin otelde kalacağını çok geç öğrendiğimiz için, yanımızda hiç kalın giysi yok. 2018’de Kadir beyle gelen ilk grup gerçekten üşümüşler. Katu Yaruk’ta geceleyeceğimizi biliyoruz. İnşallah üşümeyiz demekten başka bir şey yapamadık.

GIDA MAĞAZASI

Şehirden biraz ayrıldıktan sonra, gıda ve su almak üzere bir mağaza önünde durduk. Süt almak niyetiyle içeri girdim. İçeride ağır bir koku var. Sorduk; neden diye? Buralarda lokanta benzeri yerler pek yoktur. Nüfus da az aslında. Ülkenin gelişmiş yerlerine de çok uzak olduklarından -fiyatlar da dışarıdan gelen her şey için daha yüksek imiş- bu tür gıda dükkanları, yola çıkanlara kızarmış kızıl balık (alabalık), tavuk ve yemek de satıyorlar. Koku bundandır dediler, bilenler. Ama ben biraz mağazanın iyi havalanmadığı kanaatine de vardım.

BAL DÜKKÂNI

Yan tarafta küçük bir bal mağazası gördük. Merakla girdik. Çeşit çeşit bal ve bal ürünleri var, küçük şişe ve kavanozlarda. Ürünlerin üzerinde pek etiket yok. Sorduk; yarım kg çam fıstığı içi, vakumlu 1300 Ruble. Yaklaşık 480 TL (1 TL= 037 Ruble, 2024). Türkçe, İngilizce bilmiyorlar. Küçük ve dar  bal dükkanında 20’li yaşlarda bir genç bayan çalışıyor. Birkaç ürün aldık ve bir poşete koymasını söyledik. Zar zor bir büyük kullanılmış poşet bulup içine koydu. İçeride bizden 7-8 arkadaş var. Onlar da bir şeyler alıyorlar ama  poşet/torba yok. Bayan şaşırdı, mahcup. İgor’a neden diye sorduk. Bu dükkân şimdiye kadar bu kadar kalabalık bir müşteri grubunu hiç görmemiştir. Grup başkanımız Kadir Beyin de benzeri bir sözü olmuştu otelde. “Bunlar daha 30 kişilik turist kafilesini ilk kez görüyorlar” sözünden sonra, İgor Beyin sözü de bizi şaşırttı.

BAL VE KARABUĞDAY

Kadir Bey Ziraat Y. Müh. olduğu için, İran gezimizde de bu gezide de Ziraat Mühendisi arkadaşları(mız) var. Tarım, bal vs. konularında onlardan bilgi olarak istifade ediyoruz. Karabuğday, yemek yediğimiz yerlerde hep pilav gibi karşımıza çıktı. Burada ona “Greçka” deniyor. Karabuğdayın, gerçekte buğday olmayıp bir baklagil olduğunu, bal dükkânında, balları konuşurken öğreniyoruz. Bol çiçeği olduğu için balı olur, normal buğdayın ise balı olmaz deniyor, öğreniyoruz. Ne mutlu. Bal üretiminde Türkiye dünya ikincisi. En iyi bal Ankara balıdır diyor Alptekin bey.

Güneye doğru yollar bölünmüş ve iyi. Yol boyunca hep, Katun Nehri ile (yaklaşık 300 km)  olacağız desek yeridir. Çünkü yollar genellikle nehirlerin geçtiği vadi ve düzlüklere yakın ve uygun yapılmış. Etraf hep yemyeşil. Turizm emeklemede, çok yeniler. Nehir boyunca birçok yerde sayıları 6-10 arasında değişen tamamen ahşap (ahşap malzeme çok ve muhtemeldir ki ucuz) bungola tarzı bir ya da iki kişinin kalabileceği evler görülüyor. Nadiren biraz daha büyükleri oluyor, bahçeli. Buralarda otel pek yok. Bu evler kiralanıyormuş.

Rehberimize sordum, bunların sayısı epeyce fazla. Yapım için izin alınıyor mu diye. “Kendi mülkü ise hayır. Bazen kamu mülkü olan bu nehir boylarına da inşa edip, devlete müracaat ediyorlar. Elektrik ve diğer nedenlerle.” Ancak aklımın hep bir köşesinde kaldı. Dünyanın hiç beklenmedik yerlerinde bile çok şiddetli yağışlar olabiliyor. Bu durumda bu ahşap bungola evlerin birçoğu sele kapılabilir. On yıl sonra, bu savaşlar büyümezse, buralarda turizm iyi hale gelir, diyoruz.

SAVAŞLAR NÜFUSLAR

Hakasya ve Tuva (1917), Kızıllarla (Bolşevikler) ve Beyazların (Çar taraftarları) savaş alanı olmuş. Yerli halktan binlerce insan (Türk) ölmüş. Buna karşılık Altay bölgesi böyle bir mücadele alanı olmamış. 2. Dünya Savaşı sırasında kendilerine ait olmayan bu savaşa karşı Tuva-Hakasya ve Altay bölgesi aydınları teşkilatlanırlar, ama etkisizleştirilirler. Birçok aileden çok sayıda genç, çoğu bekar asker savaşa gönderilirler ve bir daha geri dönemezler. Bunlar da bölgedeki zaten az olan Türk nüfusunu daha da zayıflatır. Son birkaç yüzyılda Rusya ve Çin arasındaki mücadelelerde arada kalan Tuva halkı çok insan kaybı vermiş. 1921-1944 arasında Tannu Tuva Halk Cumhuriyeti bağımsızdır. Başkentin adı, Kızıl olarak değiştirilmiş. Savaşların olmadığı bu yıllarda nüfusları üç kat artmış.

Devam etmekte olan (2024) Ukrayna savaşına da bölgeden nüfuslarına göre çok fazla oranda 27 yaş altı genç erkekler cepheye gönderilmiş. G. Altay’da (220bin/2018) Altay Türkü yüzde 30, yüzde 9’u da Kazak iken, yüzde 56’sı Rus’tur.  Hakasya’da (532bin/2021) Hakas oranı 10 yüzde iken yüzde 90’ı Rus’tur. Tuva’da ise (337bin/2023) Tuva Türklerinin oranı yüzde 89, Rus yüzde 10. Ukrayna Savaşı nedeniyle bölgeden askere alınan erkek oranı nüfusa paralel bir dağılım göstermediği için tepkilere yol açmış. Ama devlet sert bir şekilde bastırmış ve konu kapanmış. Altay- Hakasya-Tuva’da Türk nüfus oranı yüzde 30-10-89 iken, askere alınanlarda bu oran 50-50-90 şeklinde olmuş.  Bölgedeki üç özerk cumhuriyetin toplam nüfusları sadece bir milyon kadar. Bölge maden (altın, gümüş, kömür, petrol vs) zengini ama fakir.

ASKERLİK MAAŞLAR

 Normal bir memurun aylık maaşı 40-50bin Ruble kadarmış. Gönüllü asker olanlara (27 yaş ve altı zaten askerdeler) başlangıç teşvik ücreti olarak 200 bin Rubleden fazla, bazı kişilere de 1milyon Rubleye kadar verilen bu teşvik ücreti artabiliyormuş. 60 yaşında bir insan neden gönüllü asker olsun ki. Belli ki amaç para.

GÜVENLİK 

Rehberimize bulunduğumuz yer ve şehirlerdeki güvenlikle ilgili de sorular soruyoruz. Bazen de o bize sormadan söylüyor. Genel anlamda Dağlık Altay (Gorno Altaysk) ve Hakasya ‘da güvenlik iyidir diyor. Ama Tuva ve başşehri Kızıl için tersini söylüyor. Tuva’da suç oranı ve alkol tüketimi yüksekmiş. İşsizlik, sağlık hizmetleri ve diğer eğitim sorunları sebebiyle çocuk ve erkek ölümleri sık. Erkek ölüm yaş ortalaması bütün Rusya içinde 2.sıradaymış.

DİNLER

Bölgede hiç Müslüman yok. Tarih boyunca da İslam buraya hiç gelmemiş. Tuva Budist-Şaman karışımı. İnançları gereği hayvanın kanı dökülmesin diye kesmiyorlar ama, anlatıldığına göre biraz daha dramatik şekilde öldürüyorlar hayvanı. Hakasya bölgesi Hristiyan-Şaman karışımı bir inançtalar. Hristiyanlık bölgeye Deli (Büyük) Petro zamanında gelmiş ilk defa. Pek gönüllü olmamış bu dine girişleri.

Rehberimiz İgor bey “Annem babam Komünist Partiye üye oldukları için ben vaftiz olmadım” diyor. İkisi de öğretmendiler. Anne babaları ölmüş oldukları için partiye girişte bir tereddüt yaşamamışlar. Komünist partisine girmek isteyen bir gencin/insanın anne ve babasıyla irtibatını tamamen kesmesi gerekiyormuş.

Şamanların kilise gibi bir dinî mekanları yokmuş. O yüzden evlerde gizli ibadetleri olurmuş. Dağlık Altay da aynı şekilde Hristiyan-Şaman karışımı. İgor, “Hakasya’nın başkenti Abakan Belediyesi’nde yakın zamana kadar hiç Hakas yoktu. Devlet yönetiminde de yüzde 10 idi” diyor. Daha iyi eğitim için Moskova veya benzeri gelişmiş bölgelere giden Rusların yüzde sekseninin geri dönmediğini öğreniyoruz.

ÇEPAŞ GEÇİTİ

Güneydoğuya doğru, Moğolistan istikametinde gidiyoruz. Yol Altıngöl yoluna göre hayli düzgün ve iki şeritli (bir gidiş bir geliş). Trafik orta düzeyde, yoğun değil. Birkaç saat sonra 1200 m. rakımlı Çepaş geçitinde mola veriyoruz. Görünür yerde özel bir anıt dikkatimizi çekiyor. Yaklaşıyoruz. Üzerinde 200.yıl yazıyor. Altay’ın Rusların eline geçişinin 200. yılı anısına yapılmış. Hemen arkasında dilek bezleri bağlanmış dikme taşlar  ve ağaçlar görüyoruz. Şaman inancı. Moladan sonra Onguday ilçesine bağlı Karakol adlı bir köyden geçiyoruz.  

KATUN NEHRİ

Kadın /Hatun anlamındaki bu nehir her mevsimde farklı bir renkte akarmış. Bunlar; gri, zümrüt yeşili ve turkuaz. Katun nehri yolumuz üzerinde hep arzı endam ediyor. Bol suyu ve geniş alanı kaplayan coşkun haliyle hep zevkle seyrediliyor. Arada ağaçları perde etmesi ile sanki yokmuş gibi olsa da o hep var. Çepaş geçitinden sonra Çiketaman geçitine varıyoruz. 1400 m. rakımlı. Etrafta ağaçlar biraz azalmaya başladı. Her geçit tarzı, yüksek dağlardaki yol kenarlarında mutlaka birden fazla ağaca bağlanmış dilek ve saygı bezlerini (çaput dedik biz) görmek mümkün. Bazen de onların daha gerilerinde bir haç anıtı görmek olağan adeta. Ama ön planda hep Şamanlık sembolleri. Şamanlık /Kamlık/Göktengri-Tanrı inancı ile ilgili bilgi ve gözlem notlarımızı ileri aşamalarda yazacağız.

Yolumuzun üzerinde çok derin bir vadide Katun nehri Çuya nehri ile bileşiyor. Yüksekteki seyir yerinden onları izlemek çok hoştu. Güneye doğru seyir yerinden bakıp resimler çekerken, soldan gelen büyük Çuya nehri ile sağdan gelen Katun nehrini görüntülüyoruz. Karışmadan önce daha gri, boz bulanık ya da açık limon küfü rengindeki Çuya suları ile Katun nehrinin yeşil-mavi renkli suları hemen birbirine karışmayıp, uzun bir yolda birbirine  paralel iki renk halinde akıyorlar.

Katun nehri çok ilerilerde Altıngöl’den çıkan Biye (Bey) nehriyle de birleşecek. Bu arada arabada Türkiye’de okumuş olan rehberimiz İgor bey, günlük hayatta Türkiye Türkçesi ile hiç karşılaşmadığı halde, konuşmaları iyi ve zekice. Ama bazen bazı kelimeleri hatırlayamayıp takılınca, etrafında kim varsa konuşmanın gidişatından aradığı kelimeyi söyleyiverip, işini kolaylaştırıyor ve hızını artırıyoruz. Keza arada bir bizden kelime yardımı talebi de oluyor. Mesela, İgor bey soruyor; Tavuğun çocuğu neydi, diye. Civciv deyip, gülüyoruz. Ama bizim için çok değerli bir hizmet üretti gezi boyunca.

BÜYÜK BİR SÜRPRİZ

Yol kenarında, güvenli bir alanda, Çuya ve Katun nehirlerinin kavuşma yerini seyretmek için duran insanlara hediyelik ve gıda satan tezgahlar var. Merakla yaklaşıp ne sattıklarını görmek istiyoruz. Bir de ne görelim.. Çeşit çeşit tahin helvalar. İthal değil, burada üretilmiş. Yani bizdeki tahin helva kültürünün muhtemel kaynağı burası  veya yakın çevre. Türkiye’de pek çok yerde endüstriyel helva fabrika ve markalarının olduğunu biliyoruz. Mesela, doğup büyüdüğüm ilçe Gördes’te eskiden beri helvaları bizzat üreten “helvacı” lakaplı aileler vardır. Özellikle Ramazan aylarında “Gelinkız” helvası ve susamlı helva da üretirler. Keza bademşeker de öyle. İki yıl önce bizim Tıp Fakültemizde okuyan İran Tebrizli bir öğrenci hediye olarak tatlı paketi getirdi, sağ olsunlar. Paketi açınca da benzeri şaşkınlık ve heyecanı yaşamıştım. Gelen pakette düz plakalar halinde susamlı helva ile badem ve ceviz üzerine özel yumuşak bir şeker kaplanmış, bizim bademşeker ve cevizşeker. Bizde ceviz şeker yoktu.  Bunlar doğudan batıya taşınırken kültürel sürekliliğimizi de koruyup geliştirdiğimizi gösteriyor

 YOL 

Güneye giden bu yol SSCB zamanında yapılmış. Yol kenarında yolun yapımında çalışan işçi ve mühendisler için bir abide dikilmiş. Güzel bir davranış dedik. Bu yol Rusya’yı Moğolistan ve Çin’e bağlıyormuş. Moğolistan sınırının çok yakın (160 km) olduğu ve bir sınır kapısının bulunduğu söylendi. Ama buradan sadece Ruslar geçebiliyormuş. Sınırın herkese açılması halinde çok uzak bir konumda olan, sebze ve meyvenin yetişmediği, sanayinin de yok denecek kadar az olduğu bu bölgenin hayat standartları yükselecek; işte bu sebeple  kapının açılması umudunu hep koruyorlar. Moğolistan da buna istekliymiş ama, nedense Rus tarafı hep bir mazeret ileri sürüyor denildi aramızdaki sohbetlerde. Yol boyunca tekrar sedir, ladin, karaçam ve diğer ağaçlarla  bitki türleri yoğunlaşıyor. Yolda Altay Kabay levhasını gördük. Aktaş adlı şehre 10 km kalmış. Yol ve nehir boyunca çok sayıda ahşap ev ile rafting için gelen ekipleri görüyoruz. Yollarda güneye doğru giden, dönen lüks araçlar da görülüyor.

AKTAŞ, ALTIN TANDIR

Aktaş şehri yakınında, bir yol üstü lokantasında öğle yemeği için mola veriyoruz. Saat 16.00 olmuş. İşyerinin adı Türkçe: Altın Tandır. Tabii ki Kiril alfabesi ile. Sahipleri Kırgızistan Özbek’i imiş. İçeride müşteri var. Kalabalık. Sıraya giriyoruz. Aşçılardan birisi Türkiye Türkçesini biliyor. Nereden öğrendiniz, Türkiye’de mi bulundunuz diye soruyoruz. Türk kardeşlerimden öğrendim diyor. Ama kendisi bir Uygur Türkü imiş. Uygurlar bize coğrafi olarak en uzak halklardan biri oldukları halde, Uygur Türkçesi Türkiye Türkçesine kuzey Kıpçak (Kırgız, Kazak, Tatar, Sibirya) Türkçesine göre daha yakındır. Herkes istediğinden alıyor ve kasada tek hesaba yazılıyor. Yemek ücretini ekip başı ödüyor. Yemeklerin bazıları bize benziyor (biber dolması gibi), bazıları da benzemiyor.

Çorba, bizdeki paçaya benziyor, adı da “Beş parmak” imiş. İçinde küçük etler, iri kare şeklinde kesilmiş yufka hamuru. İdare eder. Biraz Özbek pilavı üzerine bütün halde kızarmış Kızıl balık aldık, eşimle. Ancak masada ve tezgahta bıçak yok. (Dönüşte de burada bir öğün yedik. O zaman vardı) Cacık da aldık. Ancak, ayran içinde salatalık dışında, sosis parçaları ve yumurta parçaları olduğunu yerken görünce ikinci gelişimizde almadık.

Tuvalet tek. Erkek kadın kullanılıyor. Sıvı sabun bitmiş. Söyledik görevliye. (Dönüşte vardı) Hanımlar yanlarında getirdikleri sabunları kullandı, kimimiz de girmedi. Özetle buralar bizden 40-50 yıl gerideler. Ama öğrenecekler. Öğrencilik yıllarımızdaki şehirler arası mola yerlerini hatırlıyoruz. Ancak çevrede plastik ve cam şişe kirliliği yok. 45 dakikalık yemek molasından sonra devam ediyoruz, Pazırık kurganlarını görmek üzere yola koyuluyoruz..

ULAGA AŞIDI

Aşıd, geçit anlamında, “aşmak” fiilinden olmalı. Yolun yüksek bir yerinde duruyoruz. Etrafta çok sayıda çam ağacına çaputlar (bezler) bağlanmış. Hepsi beyaz. Dilek tutuyorlar bağlarken. Altay bölgesinde hep beyaz iken, diğer yerlerde çeşit çeşit renkte idi bezler. Yolun karşısına geçiyoruz. Oradaki ağaçlara bağlanmış bezler yine hep beyaz.  Soldaki bir kameriyede üç genç oturuyor. Sağda 40-50 cm seviyeli bir duvar var ve yol tarafında yuvarlak alana girecek kadar kapı boşluğu var, ama kapı yok, açık. Ortada duvarın yarısı yüksekliğinde düz bir zemin üzerine yerleştirilmiş büyük bir ahşap heykel (totem) görüyor, resimliyoruz. Saat yönünde üç kez dönüp, metal para bırakıp, dilek tutuyorlar. Şehir dışındaki pek çok yerde tuvaletler hep sorun bizim için. Küçük bir baraka. Zemin tahta, su yok, geniş bir delik ve foseptik çukuru. Koku berbat. Bu durumda arazi daha temiz ve uygun.

KURGAN /HÖYÜK /TÜMÜLÜS

Kurgan; ilk çağda, mezar üzerine toprak (Anadolu’da) veya taş yığma (Altay’da bu türü de gördük) şeklinde oluşturulan tepelere verilen addır. Türkçe bir kelime: Tepe biçiminde mezar. Höyük veya tümülüs (Latincesi) de deniyor.

Bozkır coğrafyasında kullanılan kurgan (höyük), “Mezarda bulunan ölüyü koruyan” manasına gelmektedir. Kurgan adı esasında mezar için değil; mezarı koruyan üzerindeki topraktan ya da taştan yapılan tümsek tepe için kullanılmıştır. Toplum tarafından kutsal sayılan yerlere yapılmışlar. Bu yerler dağ ve etekleri, yaylalar, ormanlık alanlar, ırmak yatakları ve göl kenarları olabilmektedir. Kurganların çok çeşitli alanlara yapılmasında, bozkır kavimlerinin çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olmaları etkilidir.

Hem Herodot (İskitler) hem de İbn Fadlan’ın (Oğuzlar) hakkında vermiş olduğu mezar /kurgan bilgileri ile arkeolojik kazılardan, kurganların iki ana unsurdan oluştuğu anlaşılmaktadır. Kurganın birinci kısmı toprak seviyesine kadar açılmış çukur ve oluşturulan odalardan (zemin altı); ikinci kısım ise zemin seviyesi üzerine yığılmış topraktan oluşmaktadır. Odaların üstü tıpkı bir yapının üzeri gibi kalaslarla kapatılmakta, alttan payandalarla kalaslar desteklenmektedir. Sağlam bir tavan oluşturulup üzerine toprak yığılmaktadır. Kazılan mezarların üzerine yığılan topraklar, kenarlarından dışarıya taşmakta ve mezarı korunaklı hâle getirmektedir. Kurganlar bozkır insanının öldüğü zaman defnedildiği yerdir. Bununla birlikte bozkır kavimlerinin tarih ve kültürüne dair önemli veriler sağlayan arkeolojik bir kaynaktırlar.

PAZIRIK KURGANLARI

Son hedef noktamız ve geceleyeceğimiz Katu Yaruk vadisine 30 km kala sağ taraftaki tepeler arasında kalan geniş bir düzlüğün toprak yoluna giriyoruz. (19.10) Bizi orta büyüklükte ahşap bir kulübe ev, tanıtıcı tabelalar ile ahşap çitle çevrilmiş bir düzlük içinde siyaha yakın taşlardan oluşmuş tepecikler karşılıyor. Resimliyor, merakla yaklaşıyoruz. Binlerce kara taş üzerinden yürüyerek, taş tepenin arkasında, geniş bir çukur alan görüyoruz. Bu taşlar aslında, kurganın üstünü örten taşlarmış. Açıldıktan sonra bırakıldıkları yerde kalmışlar. Konuyu bilen bazı arkadaşlar bilgi veriyorlar. Özellikle Çarlık döneminde bazı Rusların içinde altın eşyaların da olduğu bilindiği için asker zoruyla bunları soydukları ve Moskova’da zengin hale geldikleri biliniyor. Daha öncesinde, bu mezarlar yöre halkının buraları kutsal yerler olarak kabul etmelerinden dolayı, her türlü soygun teşebbüsüne karşı koydukları da anlatılıyor.

NASIL BOZULMADAN KALDILAR

Pazırık kurganlarının bulunduğu bölgenin, yıllık sıcaklık farkları fazla değil. Son yıllarda iklim biraz farklı gibi. Yine de düşük bir sıcaklık ortalaması yıl boyunca devam ediyor. Bölgedeki kış döneminin oldukça uzun sürmesi (6-7 ay) sıcaklık ortalamasını düşürmektedir. Ayrıca kış boyunca oluşan rüzgârlar bölgede kalın bir kar tabakasının oluşmasını önlemiş olsa da, aşırı dondurucu soğuklara sebep olmuştur. Kış mevsiminin ardından gelen yaz mevsimi ise oldukça kısa (1,5-2 ay) sürmektedir. Bu sebeplerden dolayı kurganların içine giren yağmur ve kar suları kurganların içinde donmuş, böylece kurganlarda bulunan eserlerin mezara konulduğu günkü gibi korunmasını sağlanmıştır.

Pazırık kurganlarıyla ilgili ilk yüzey tespit çalışması 1722’de yapılmış. İlk arkeolojik kazı 1924 yılında Rodenko (Rus Devlet Etnografya Müzesi) tarafından yapılmış, tespit edilen 150 kurganın 5 tanesi büyük olarak kabul edilmiş. Pazırık.1’den sonra 2.dünya savaşı ile ara verilen kazılar diğer 4 büyük kurganda devam etmiş. Mezarlardaki cesetler mumyalanmış, baş tarafı doğuda olacak şekilde, oyma ağaç tabutlar içine konmuş halde bulunmuş. Meşhur Pazırık halısı (Pazırık.5 kurganı) ve diğer organik malzemeler donmuş halde olduğu için iki bin yıla yakın zaman diliminde hiç bozulmadan kalmıştır. Bu Pazırık halı motifleri tamamlanarak Gördes’te kök boyalı yün ile benzeri halı dokunmuştur. Evimizde iki adet Pazırık halısı var ve kullanmaktayız.

GİYSİLER NASILDI

Bozkırda konargöçer kültürünü oluşturan bu insanlar, soğuk ve sert bir iklimden dolayı  savaşçı özellik taşırlardı, bu da  giyim kuşamları üzerinde etkili olmuştur. Et ağırlıklı beslenirlerdi, bugün olduğu gibi. En önemli işleri, hayvanlarından elde edilen yün ve derilerden kendilerine “Başlık, gömlek, kaftan, pantolon, kemer, etek ve çizme” gibi yün ve deri mamul üretmekti. Bu elbiseler basit ve ilkel olmayıp günümüz modern kıyafetine oldukça yakındı. Kaya resimleriyle uyumlu, kurganlarda bulunan elbise ve eşyalar, bozkır insanının ulaşmış olduğu medeni seviyeyi göstermesi açısından son derece önemlidir. Görüldüğü gibi pantolon, gömlek, başlık, kaftan, pelerin gibi giysilerde Türk damgasını görüyoruz. Özellikle başlıkların şekil, renk ve deseni, o kişinin kimliğini gösteren özellik taşırdı.

KADIN ASKERLER

Bozkır insanının kullanmış olduğu kıyafetlere bakıldığında kadın ve erkeğin benzer kıyafetler giydiği görülmektedir. Bozkır kavimlerinde hem erkeğin hem de kadının savaşçı özelliği bulunmaktadır. Kadınlar da erkekler gibi ata binmekte ve ok atmaktadır. Bu savaşçı özelliklerinden dolayı da kadınların da tıpkı erkekler gibi pantolon giymiş oldukları kuvvetle muhtemeldir. Bir bozkır kavmi olan İskit kadın savaşçıları hakkında Hipokrat’ın sözleri; “Avrupa’da, Azak denizi (Kırım) taraflarında yaşayan bir İskit kavmi vardır. Bu kavmin kadınları ata binerler, at üzerinde oldukları hâlde yay çekerler, mızrak atarlar. Kız kaldıkları sürece cenk ederler; üç düşman öldürmedikçe kocaya varamazlar ve kanunun emrettiği kurbanları da eda etmeden evvel kocaları ile bir arada oturamazlar. Bir kız bir erkeğe varınca, bir lüzum üzerine bütün millet silahlanmaya mecbur olmazsa, bir daha ata binmez, savaşmaz.”

ARABALI EVLER / GÖÇEREVLER

Hayvanları için sürekli canlı otlaklar isteyen İskitler, “Göçerev”, “Kağnı”, “Araba”, “Evli-araba” gibi kelimelerle adlandırılan araba şeklinde evler kullanırlardı. Yine Hipokrat’ın anlattığına göre; 2 veya 3 odalı, 4 veya 6 tekerli, yanları ve üstü keçe ile, altı ise keçe ve halı ile kaplı bu arabalar seyyar evleri idi. Yağmura, kara, rüzgâra karşı da korunaklıydı. Arabaların yürümesi, iki ya da üç çift boynuzsuz öküz ile yapılmaktaydı. Göç esnasında arabaların içerisinde bulunan kadın ve çocuklara, erkekler at üstünde eşlik ederler, erkekleri de koyun sürüleri, sığırlar, atlar izlerdi. Kurganlarda bulunan ve kaya resimlerinde de gördüğümüz arabalı evlerin günümüz modern dünyasındaki “karavan”larla benzerlik göstermesi ise bozkır insanının  ve Türklerin tarihin en erken devirlerinden itibaren ulaşmış olduğu medeni seviyeye işaret etmektedir.

Erken çocukluk dönemlerimde, 1960’lar, tütün ve bağımız için şehrimize 5-6 km mesafedeki tarlamıza yatılı olarak göçerken ev eşyalarımızı ve üzerine kendimiz de binmiş halde bizi taşıyan, Şerif Mehmet amcanın (Mahalli söylenişi ile Şermemet) tekerleri gıcırtılı sesler çıkaran kağnısını hatırladım bunları yazarken. Görüldüğü gibi konular, tarihsel süreç içerisinde kullanılmış olan bu arabalar, kültürel sürekliliği gösteriyor. Dünü bilmeden bugünü anlamak ve geleceğe dair plan ve hazırlıklarda güçlü olmak mümkün değildir. Böyle, bütün dünyayı her fırsatta ve vasıtada tanımak, öğrenmek için seyahat, okuma, genelağ üzerinden her türlü bilgi, belge ve görsele ulaşmak arzumuz canlı tutulmalı kanaatindeyim. Öğrenme imkȃnı varsa hemen, yoksa olduğu zaman; ortam ve imkân oluşturmak için da fikren çabaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

KATU YARUK VADİSİNE DOĞRU

Ağır ilerleyen yeni bir yol yapım çalışması var bölgede. Pazırık kurganlarından sonra, yaklaşık 30 km.lik ham toprak yoldan gideceğiz. Ortalık toz duman. Akşam yaklaşıyor. Etraftaki yeşilliği, Altay Adaçayı bitkisinin oluşturduğu zevkli alanları, manzaraları takip edecek durumda değiliz. Sürekli sarsıntı. Bir saatin sonunda (20.10) Katu Yaruk vadisini tepeden gören muhteşem manzarayı ve gecelemeyi sonraki bölümde anlatayım.

Not:

Mesleğim ve özel ilgim dolayısıyla hastalarıma, arkadaşlarıma ve ulaşabildiğim her insana “Aman kilo almayın, şeker ve yüksek kan basıncı hastası (hipertansiyon) olmayın” diyorum. Bir yakın arkadaşım bu geziye gelmeyi çok istedi. Üstelik Rusça da biliyor. Şeker hastası olduğu için insülin kullanması gerekiyor. İlacın da soğukta saklanması gerektiğinden gelmedi. Belki özel soğuk taşıma kapları vardır ama, işte olamadı. Sağlık için seyahat, seyahat için de sağlık gerekiyor, yine de.

(Devam edecek)

Selam ve saygılarımla. (14.08.2024, Manisa)

Reklam

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 3 Yorum
  • Orhan PEYNİRCİ
    3 ay önce
    Süleyman bey çok güzel anlatmışsınız. Biz de oradaymışız gibi canlandırıp bilgi verdiniz. Kaleminİze emeğinize sağlık.
  • Serdar Aydın
    3 ay önce
    İlgiyle,zevkle okuduğum yazılar için teşekkürler ,bu bölgelere seyahat çok anlamlı,bilinmeyenlerle dolu,tarihimizin başladığı yerler ,Serdar AYDIN
  • Ertuğrul KÖKER
    3 ay önce
    Kalemine sağlık arkadaşım, istifade ettim ve edeceklerini düşündüklerimle paylaştım.