TÜRKÜLERİMİZDE SURİYE COĞRAFYASI
Coğrafya denek kuru toprak parçasının vatan olabilmesi için, üzerinde yaşayan insanların bedel ödemeleri ve bedel ödedikleri kadar da o toprağı kültürle yoğurmaları gerekir. Masallarında, şiirlerinde, atasözü ve deyimlerinde, efsanelerinde o topraklar ilmek ilmek işlenerek toprakla insan arasında duygusal bir bağ kurulmuş olmalıdır. Bizim bu tariflere uyan ve ayrı düştüğümüz vatan topraklarından birisi de Suriye’dir.
Sanırım bizim şiirimizde Suriye coğrafyasını sahiplenme ilk defa Yunus Emre şiirinde görünür. Ne diyordu koca Yunus:
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukaru illeri kamu
Yani Şam ve civarı, bizim garip Yunus’un komşu kapısıdır ve lügat ve pasaport almadan gidilebilecek bir yerdir.
14. yüzyılda Yunus’un komşu kapısı olan Halep ve Şam bizim türkülerimizin coğrafyasında sık geçen şehirlerdir. Diyarbakır türküsünü hatırlayalım:
Eğirdim kelep ettim
Şam yolunu Halep ettim
Yunus gibi bu türküyü yakan köylü için de Şam ve Halep istendiği zaman gidilecek “yol edilen” bir şehirdir.
Kervan yolda giderken devedeki beşiğinden düşüp ölen bebeğin “bey babası” da Şam’dan gelmekte değil miydi:
Bebeğin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan
Bey babası gelir Şam’dan
Halep’e uzaklığı 1.157 km olan Muğla Yatağanlı köylü, Halep’in dar yollarını bilecek kadar yakındır ona:
Halep'in yolları dardır geçilmez
Soğuktur suları bir tas içilmez
Bir başka Güneydoğu türküsünde, Halep beylerin gidip geldiği bir kervan yoludur:
Göründü üç beyler Halep yolunda
Kervanlar geliyor sağda solunda
Halep’e sahip olmayı ve oraların güzelliğinden ayrılmamayı, ayrılınca pişman olunacağını söyleyen şu Antep türküsündeki Halep sevdası, bizden başka kimde olur:
Ben de bilseydim bu Halep'ten gelmezdim
Halep ve Şam deyimlerimize girecek kadar bizimdir: “Halep orda ise arşın burda” deyimini hatırlamayanımız yoktur. “Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü” deyimini de bilmeyenimiz yoktur. Güneydoğu Anadolu bölgemizde sıcak yaz gecelerinde evlerin damına kurulup üzerinde yatılan karyolanın adı “Dımışkı”dır. Dımışk, Şam’ın diğer adıdır. Muğla taraflarında kadınların saçlarını kapatmak ve üstüne bürümcek örttükleri örtünün adı “Şamı”dır.
Lafı uzatmayayım, Şam ve Halep şehirleri ve bu coğrafya Muğla, Manisa, Konya, Bursa, Ankara ve İstanbul kadar; hatta türkülerimize, deyimlerimize ve günlük hayatta kullandığımız bazı eşyalarımıza girecek kadar bizimdir.
Daha önce Türkler ve Suriye konusunda birkaç yazı yazmıştım. Özellikle 2018 Afrin harekatı esnasında En Politik web sayfasında bir yazı neşretmiş ve Karacaoğlan ile Deliboran’ın Suriye ile ilgili şiirlerini ele almıştım. İsterseniz o yazımı okuyalım:
“Birkaç yazımda söyledim; Kuzey Irak ve Kuzey Suriye, Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul’dan daha eski bir Türk coğrafyasıdır. Türkmen taifesi şayet Osmanlı ile başına dert açıp 1750’da Rakka isyanını başlatmasaydı ve Osmanlı da oralarda yerleşik Türkmenler “Dağılın, marş marş!...” çekmeseydi, Anadolu, Trakya ve Balkanlarda daha çok Türk olacaktı o coğrafyada. Osmanlının iskân politikası uygulamasına rağmen yörede gene de güçlü bir Türkmen nüfus bırakmıştır ve el-an bu Türkmenler Suriye ve Irak’ın kuzeyinde meskûndurlar.
Hama, Humus, Şam, Rakka
Suriye’den, Halep-Afrin’e kadar olan Misak-ı Millî çizgisi, Lozan yabancılaştırmasına rağmen birbirini hiç unutmamıştır. Sınırın öte yakası ile beri yakası, tarihte beraberdi; şimdi de Lozan’a rağmen gene beraber. Lozancı müstevliler ellerine cetvel alıp toprağı bölebilmiştir ama türküleri asla bölememişlerdir. Bugün pek çok türküde Suriye ve Irak coğrafyası vardır. Kilis’te küsen sevgili Haleb’e gider; bir başka türküde bebeğin bey babası Şam’dan gelir; Yunus Emre, Urum ile Şam’ı gezer, Diyarbakır türküsünde “Şam yolunu Halep ettim” denir; Karacaoğlan zaten o coğrafyanın çocuğudur. Onun sevgisi ve dünyası ne Sevr tanır ne de Lozan!...
Bir şiirinde Hama’dan ve dağlarından söz eder Karacaoğlan:
Çıktım Kırklar dağı’nı seyran eyledim
Sallanarak gider yolu Hama’nın
Yel urdukça dertli dolap iniler
Burcu burcu kokar gülü Hama’nın
Bir başka şiirinde de Şam, Hama ve Humus birliktedir:
Bitti m’ola Şam ilinin hurması
Gitti m’ola ala gözün sürmesi
Hama’nın Humus’un telli turnası
Turna yârin selam saldı gel diye
O coğrafyada Rakka’yı zikretmemek olmazdı; Karacaoğlan da öyle yapmış ve şu dörtlüğünde Rakka’yı bir vatan toprağı olarak anmıştır:
Rakka’dan beriye gelen gaziler
Sual etmen bana nerden gelirim
Tutmuşum yükümü la’l ü güherden
Şam-ı şerif derler şardan gelirim
Karacaoğlan için o yüzyılda o coğrafya nasıl vatansa ve vatan coğrafyasını o güzellikte nasıl anlatıyorsa, bizim için değişen bir şey yoktur. Lozan bize tesir etmez. Çünkü bu türkü zihnimizde çağıl çağıl çağıldarken o coğrafyayı silemeyiz. O coğrafyayı silmek demek, Karacaoğlan’ı silmek demektir.
Karacaoğlan’ın Münbiç’i
O coğrafyayı nerdeyse adım adım dolaştığı belli olan Karacaoğlan, bir şiirini tamamen Münbiç’e ayırmıştır. Bu şiire çarşıda çağrışan tellallarıyla bir Münbiç tasviri ile başlanır. Demek ki, 17.-18. yüzyıllarda Münbiç tellallar gezecek kadar büyük bir çarşıya sahipse, şehrin ekonomik gücü hayli yüksek demektir. Ayrıca şehrin bir vakitler altın tokalı kapısı varmış ama yıkıldıktan sonra yaptıran olmamış. Şehrin ulu şadırvanları ve etrafında oturulan peykeleri varmış. Etrafı bağlık bahçelik olan bu şehirde ne yazık ki ezan sesi duyulmaz olmuş. Demek ki şehir büyük bir terk de yaşamış. Şehrin iklimine de temas eden Karacaoğlan, öğlene kadar şehrin üstünü pus kapladığını belirtiyor. Ha deyince beş yüz atlının çıktığı şehir artık bu özelliğini de kaybetmiş ve Karacaoğlan buna kahırlanmış ve bu kahrın şiirini yazmış:
Belli belli bağlarının boranı
Çift çift olmuş çöllerinin ceranı
Sana derim Münbüç viranı
Çarşıda çağrışan tellallar hani
Münbüç'ün kapısı altun tokalı
Kimse yaptırmamış felek yıkalı
Ulu şadırvanlı çatal peykeli
Peyk'elerinde abdest alanlar hani
Gider gider yol üstünde dururum
Kara taş delerim su götürürüm
Bağ bahçe yetirip gül bitiririm
Tomurcuk güllerini derenler hani
Öğlenecek kalkmaz başının pusu
Silindi kalmadı kalbimin pası
Kulağım duymuyor bir ezan sesi
Minareden sala verenler hani
Karac'oğlan yavuz ata binerdi
Üstümüze avcı kuşlar dönerdi
Ha deyince beş yüz atlı binerdi
Akça ceranlar kovanlar hani
Karacaoğlan, “şadırvanlarda abdest alanlar ve minareden sala verenler hani” derken, sanki Münbiç ve civarının PKK tarafından işgalinden ve İslâmiyet’i yasaklamasından söz etmektedir.
Deli Boran’ın Münbiç’i
19. yüzyıl halk şairlerinden Deli Boran’ın da bir Münbiç türküsü vardır ve şöyledir:
Çıktım yücesinden baktım
Baktım Münbüç illerine
Akbaş akbaş evler konmuş
Yücesine bellerine
Münbüç derler bir şar imiş
Ağalık, beylik yer* imiş
Zorlu küheylan(ı) var imiş
Kurşun değmiş kollarına
Yağız atların sekişi
Benli dilber bakışı
Fırat’ın coşkun akışı
Benzer beş ay sellerine
Bunu diyen Deli Boran
Sevdiğine meyil veren
Top top olmuş akça ceren
Gider gayri bellerine
Deli Boran’ın tasviri de sembolik değil gerçekçidir. Akbaş akbaş evler, ağalık beylik bir yer olması, Fırat’ın yanında oluşu gibi gerçek tespitler, şairin gözlemlerine dayanmaktadır.
Yer adlarının Türkçe olması, hâlâ yaşamakta olan halkın büyük bir kısmının Türkçe konuşması ve bir kısmının da Arapça konuşuyor olsa da Türkmen olması ve hepsinden de önemlisi, siyasî sınıra müdahale eden Lozancıların, duygulara, türkülere ve kelimeler sözlerinin geçmemesi, bizi tekrar o topraklara çağırıyor… Adalet için, barış için, zulmün sona ermesi için tekrar o topraklara postalımızın izi çıkmalı ve Türk, Arap, Kürt ve diğer etnik yapıya mensup insanların selameti için Afrin’den sonra Münbiç, Aynülarap, Tel Abyad, Re’sülayn, Kamışlı, Haseke, Derbesiye ve Malikiye’ye de postalımız değmelidir. Ondan sonra ver elini Sincar ve Kandil!...”
Bu yazımı bitirirken sonraki hedefimizin Kuzey Suriye ve Kuzey Irak olması gerektiğini yazmıştım ama zaman geldi devir değişti; Suriye’de Beşşar Esed zulmü sona erdi ve Türkiye eli en güçlü ülke olarak Suriye’de artık.
Türküler, şiirler ve atasözlerimizdeki coğrafyada bizim de söz sahibi olmamız son derece normaldir. Dünya ve içimizdeki Lozan kafalılar bunu anlamalıdır. Bu türküler Lozan öncesi türkülerdir ve bizim sade vatandaşımızın veya garip bir köylümüzün bile coğrafyaya hâkimiyetinin gücünü gösterir.
Son söz: Her zaman söylerim “Benim vatanımın sınırlarını siyaset değil, türküler belirler.”
Sanırım bizim şiirimizde Suriye coğrafyasını sahiplenme ilk defa Yunus Emre şiirinde görünür. Ne diyordu koca Yunus:
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukaru illeri kamu
Yani Şam ve civarı, bizim garip Yunus’un komşu kapısıdır ve lügat ve pasaport almadan gidilebilecek bir yerdir.
14. yüzyılda Yunus’un komşu kapısı olan Halep ve Şam bizim türkülerimizin coğrafyasında sık geçen şehirlerdir. Diyarbakır türküsünü hatırlayalım:
Eğirdim kelep ettim
Şam yolunu Halep ettim
Yunus gibi bu türküyü yakan köylü için de Şam ve Halep istendiği zaman gidilecek “yol edilen” bir şehirdir.
Kervan yolda giderken devedeki beşiğinden düşüp ölen bebeğin “bey babası” da Şam’dan gelmekte değil miydi:
Bebeğin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan
Bey babası gelir Şam’dan
Halep’e uzaklığı 1.157 km olan Muğla Yatağanlı köylü, Halep’in dar yollarını bilecek kadar yakındır ona:
Halep'in yolları dardır geçilmez
Soğuktur suları bir tas içilmez
Bir başka Güneydoğu türküsünde, Halep beylerin gidip geldiği bir kervan yoludur:
Göründü üç beyler Halep yolunda
Kervanlar geliyor sağda solunda
Halep’e sahip olmayı ve oraların güzelliğinden ayrılmamayı, ayrılınca pişman olunacağını söyleyen şu Antep türküsündeki Halep sevdası, bizden başka kimde olur:
Ben de bilseydim bu Halep'ten gelmezdim
Halep ve Şam deyimlerimize girecek kadar bizimdir: “Halep orda ise arşın burda” deyimini hatırlamayanımız yoktur. “Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü” deyimini de bilmeyenimiz yoktur. Güneydoğu Anadolu bölgemizde sıcak yaz gecelerinde evlerin damına kurulup üzerinde yatılan karyolanın adı “Dımışkı”dır. Dımışk, Şam’ın diğer adıdır. Muğla taraflarında kadınların saçlarını kapatmak ve üstüne bürümcek örttükleri örtünün adı “Şamı”dır.
Lafı uzatmayayım, Şam ve Halep şehirleri ve bu coğrafya Muğla, Manisa, Konya, Bursa, Ankara ve İstanbul kadar; hatta türkülerimize, deyimlerimize ve günlük hayatta kullandığımız bazı eşyalarımıza girecek kadar bizimdir.
Daha önce Türkler ve Suriye konusunda birkaç yazı yazmıştım. Özellikle 2018 Afrin harekatı esnasında En Politik web sayfasında bir yazı neşretmiş ve Karacaoğlan ile Deliboran’ın Suriye ile ilgili şiirlerini ele almıştım. İsterseniz o yazımı okuyalım:
“Birkaç yazımda söyledim; Kuzey Irak ve Kuzey Suriye, Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul’dan daha eski bir Türk coğrafyasıdır. Türkmen taifesi şayet Osmanlı ile başına dert açıp 1750’da Rakka isyanını başlatmasaydı ve Osmanlı da oralarda yerleşik Türkmenler “Dağılın, marş marş!...” çekmeseydi, Anadolu, Trakya ve Balkanlarda daha çok Türk olacaktı o coğrafyada. Osmanlının iskân politikası uygulamasına rağmen yörede gene de güçlü bir Türkmen nüfus bırakmıştır ve el-an bu Türkmenler Suriye ve Irak’ın kuzeyinde meskûndurlar.
Hama, Humus, Şam, Rakka
Suriye’den, Halep-Afrin’e kadar olan Misak-ı Millî çizgisi, Lozan yabancılaştırmasına rağmen birbirini hiç unutmamıştır. Sınırın öte yakası ile beri yakası, tarihte beraberdi; şimdi de Lozan’a rağmen gene beraber. Lozancı müstevliler ellerine cetvel alıp toprağı bölebilmiştir ama türküleri asla bölememişlerdir. Bugün pek çok türküde Suriye ve Irak coğrafyası vardır. Kilis’te küsen sevgili Haleb’e gider; bir başka türküde bebeğin bey babası Şam’dan gelir; Yunus Emre, Urum ile Şam’ı gezer, Diyarbakır türküsünde “Şam yolunu Halep ettim” denir; Karacaoğlan zaten o coğrafyanın çocuğudur. Onun sevgisi ve dünyası ne Sevr tanır ne de Lozan!...
Bir şiirinde Hama’dan ve dağlarından söz eder Karacaoğlan:
Çıktım Kırklar dağı’nı seyran eyledim
Sallanarak gider yolu Hama’nın
Yel urdukça dertli dolap iniler
Burcu burcu kokar gülü Hama’nın
Bir başka şiirinde de Şam, Hama ve Humus birliktedir:
Bitti m’ola Şam ilinin hurması
Gitti m’ola ala gözün sürmesi
Hama’nın Humus’un telli turnası
Turna yârin selam saldı gel diye
O coğrafyada Rakka’yı zikretmemek olmazdı; Karacaoğlan da öyle yapmış ve şu dörtlüğünde Rakka’yı bir vatan toprağı olarak anmıştır:
Rakka’dan beriye gelen gaziler
Sual etmen bana nerden gelirim
Tutmuşum yükümü la’l ü güherden
Şam-ı şerif derler şardan gelirim
Karacaoğlan için o yüzyılda o coğrafya nasıl vatansa ve vatan coğrafyasını o güzellikte nasıl anlatıyorsa, bizim için değişen bir şey yoktur. Lozan bize tesir etmez. Çünkü bu türkü zihnimizde çağıl çağıl çağıldarken o coğrafyayı silemeyiz. O coğrafyayı silmek demek, Karacaoğlan’ı silmek demektir.
Karacaoğlan’ın Münbiç’i
O coğrafyayı nerdeyse adım adım dolaştığı belli olan Karacaoğlan, bir şiirini tamamen Münbiç’e ayırmıştır. Bu şiire çarşıda çağrışan tellallarıyla bir Münbiç tasviri ile başlanır. Demek ki, 17.-18. yüzyıllarda Münbiç tellallar gezecek kadar büyük bir çarşıya sahipse, şehrin ekonomik gücü hayli yüksek demektir. Ayrıca şehrin bir vakitler altın tokalı kapısı varmış ama yıkıldıktan sonra yaptıran olmamış. Şehrin ulu şadırvanları ve etrafında oturulan peykeleri varmış. Etrafı bağlık bahçelik olan bu şehirde ne yazık ki ezan sesi duyulmaz olmuş. Demek ki şehir büyük bir terk de yaşamış. Şehrin iklimine de temas eden Karacaoğlan, öğlene kadar şehrin üstünü pus kapladığını belirtiyor. Ha deyince beş yüz atlının çıktığı şehir artık bu özelliğini de kaybetmiş ve Karacaoğlan buna kahırlanmış ve bu kahrın şiirini yazmış:
Belli belli bağlarının boranı
Çift çift olmuş çöllerinin ceranı
Sana derim Münbüç viranı
Çarşıda çağrışan tellallar hani
Münbüç'ün kapısı altun tokalı
Kimse yaptırmamış felek yıkalı
Ulu şadırvanlı çatal peykeli
Peyk'elerinde abdest alanlar hani
Gider gider yol üstünde dururum
Kara taş delerim su götürürüm
Bağ bahçe yetirip gül bitiririm
Tomurcuk güllerini derenler hani
Öğlenecek kalkmaz başının pusu
Silindi kalmadı kalbimin pası
Kulağım duymuyor bir ezan sesi
Minareden sala verenler hani
Karac'oğlan yavuz ata binerdi
Üstümüze avcı kuşlar dönerdi
Ha deyince beş yüz atlı binerdi
Akça ceranlar kovanlar hani
Karacaoğlan, “şadırvanlarda abdest alanlar ve minareden sala verenler hani” derken, sanki Münbiç ve civarının PKK tarafından işgalinden ve İslâmiyet’i yasaklamasından söz etmektedir.
Deli Boran’ın Münbiç’i
19. yüzyıl halk şairlerinden Deli Boran’ın da bir Münbiç türküsü vardır ve şöyledir:
Çıktım yücesinden baktım
Baktım Münbüç illerine
Akbaş akbaş evler konmuş
Yücesine bellerine
Münbüç derler bir şar imiş
Ağalık, beylik yer* imiş
Zorlu küheylan(ı) var imiş
Kurşun değmiş kollarına
Yağız atların sekişi
Benli dilber bakışı
Fırat’ın coşkun akışı
Benzer beş ay sellerine
Bunu diyen Deli Boran
Sevdiğine meyil veren
Top top olmuş akça ceren
Gider gayri bellerine
Deli Boran’ın tasviri de sembolik değil gerçekçidir. Akbaş akbaş evler, ağalık beylik bir yer olması, Fırat’ın yanında oluşu gibi gerçek tespitler, şairin gözlemlerine dayanmaktadır.
Yer adlarının Türkçe olması, hâlâ yaşamakta olan halkın büyük bir kısmının Türkçe konuşması ve bir kısmının da Arapça konuşuyor olsa da Türkmen olması ve hepsinden de önemlisi, siyasî sınıra müdahale eden Lozancıların, duygulara, türkülere ve kelimeler sözlerinin geçmemesi, bizi tekrar o topraklara çağırıyor… Adalet için, barış için, zulmün sona ermesi için tekrar o topraklara postalımızın izi çıkmalı ve Türk, Arap, Kürt ve diğer etnik yapıya mensup insanların selameti için Afrin’den sonra Münbiç, Aynülarap, Tel Abyad, Re’sülayn, Kamışlı, Haseke, Derbesiye ve Malikiye’ye de postalımız değmelidir. Ondan sonra ver elini Sincar ve Kandil!...”
Bu yazımı bitirirken sonraki hedefimizin Kuzey Suriye ve Kuzey Irak olması gerektiğini yazmıştım ama zaman geldi devir değişti; Suriye’de Beşşar Esed zulmü sona erdi ve Türkiye eli en güçlü ülke olarak Suriye’de artık.
Türküler, şiirler ve atasözlerimizdeki coğrafyada bizim de söz sahibi olmamız son derece normaldir. Dünya ve içimizdeki Lozan kafalılar bunu anlamalıdır. Bu türküler Lozan öncesi türkülerdir ve bizim sade vatandaşımızın veya garip bir köylümüzün bile coğrafyaya hâkimiyetinin gücünü gösterir.
Son söz: Her zaman söylerim “Benim vatanımın sınırlarını siyaset değil, türküler belirler.”
FACEBOOK YORUMLAR