Üç Tarz-ı Tefekkür VI: Türk Rönesans’ı
Mevlüt Uyanık
Farabi’nin mille kavramını merkeze alarak söyleyecek olursak, Tuğrul Bey ile başlayan Sultan Alparslan ile Anadolu’ya taşınan Osman bey ile Kayı boyu (küçük mille(t) yeni bir ivme kazandı. Abbâsî Halifesinin Moğollar tarafından öldürülmesi ile oğullarından birini Mısır’a götürüp Halife ilan eden ve böylece yönetimine dinî meşruiyet temin eden Kıpçak Türkü Sultan Baybars ve Memlûk devletinden alan Yavuz Sultan Selim ile “Orta Mille(t)” aşamasına geçti. Fatih Sultan Mehmed, Doğu ve Batı’nın hükümranlığını bütün dünyaya ilan etti.
Türklerin “İmamlar Kureyştendir” sözü üzerine kurulu ilk dönem teo-politik çatışmaların azami oranda dışında durmaları sürecini taçlandıran Fatih Sultan Mehmed olmuştur. Kılıç’ın ifadeleriyle söyleyecek olursak, “Hanefî hukuk doktrininde devlet başkanının nesep olarak Kureyş’ten olma şartı aranmadığı gibi, onun müctehid ve adil olması da şart koşulmamıştır. Doktrindeki bu anlayışa paralel bir biçimde Osmanlı hukuk tarihinde halifenin soyca Kureyş’li olma şartının Hulefâ-yi Râşidîn dönemine özgü olduğu anlayışı egemen olmuştur. Nitekim, Kanunî Sultan Süleyman döneminde Sadrazam Lütfî Paşa (ö. 970/1563) Halâsü’l-ümme fî ma'rifeti’leimme adlı eserinde halife olabilmek için Kureyş soyundan gelme şartının bulunmadığını öne sürmüştür. Bu doğrultudaki yaklaşımın sultan II. Abdülhamid zamanında (1876-1909) Osmanlı hilâfetini savunan Ahmet Cevdet Paşa (ö. 1312/1895) tarafından da doktrine edilerek savunulduğu görülmektedir. Ona göre halifenin Kureyş’ten olması yönünde bir iradenin ashâb tarafından benimsenmesi, bu kabilenin Araplar arasındaki etki ve itibarından kaynaklanmaktadır. Hilâfeti, Müslümanlar arasında siyasî birliği temini sağlayacak olan bir kurum olarak değerlendiren Cevdet paşaya göre Osmanlı sultanlarının hilâfetleri meşrudur. Ona göre “Hz. Peygambere halifelik, din ve dünya işlerini görmek için genel bir başkanlıktır. Sırf tam bir adaletle Allah’ın kullarına hizmet ve tıpkı bir ibadettir.” Kılıç, daha sonra İbn Haldûn’un da (ö. 808/1406) bu hadisi, o dönemde İslam toplumunu etrafında toplayabilecek siyasî etki ve saygınlığa sahip bulunan Kureyş kabilesinin sahip olduğu asabiyetle açıkladığını belirtir. İbn Haldûn’a göre Hz. Peygamber döneminde bu özelliğe sahip olan kabile Kureyş olmakla birlikte, daha sonra bu kabile nüfuz alanını yitirmiştir. Bu yüzden her dönemde benzer özelliğe sahip herhangi bir kabileden halifenin çıkması söz konusu olabilir. (Muharrem Kılıç, “Türk Hukuk Tarihinde Devlet Teorisinin Mezhep Doktrini Çerçevesinde Temellendirimi -Tarsûsî’nin Tuhfetü’t-Türk Adlı Eseri Çerçevesinde Bir Analiz-, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl: 2009/1, (9),126-127 )
Halifeler, Abbâsî döneminde Büyevhiler, Selçuklular, Memlûk döneminde ise Mısır’da Devlet Başkanının bir memuru konumuna zaten gelmişlerdi. Özellikle Memlûk idaresi döneminde halife, sultanı göreve başlatmasının dışında herhangi bir görevi yoktu. Nitekim Baybars 1262 yılında yine Abbâsî ailesinden olan ve ilk halife ile aynı adı taşıyan Ebu’l Abbas Ahmed’i el-Hâkim unvanıyla (1262-1302) halife olarak ilan etmeden önce onu bir kalede dokuz ay boyunca sessiz sedasız misafir etmesi, gösterilen ilgisizliğin de göstergesi olarak görülebilir. Öyle ki, din görevlilerinin atama, azil, tayin vb. işlemlerinde tüm yetkiler bile sultanda toplanmıştı. Memlûk Sultanları halifelere verdikleri ödenekleri istedikleri zaman kısıyordu. Mesela 1516 yılında Kansu el-Gavri Mercidabık seferi için emirlerine bolca para dağıtmasına rağmen devrin halifesi el-Mütevekkil’e az bir para vermiş ve onu beraberinde sefere götürmüştü. Sefer sırasında halifenin parası bitince çaresiz olarak emirlerden borç para almıştı. Dolayısıyla emirler onları ciddiye almamış, hatta halifeleri görevden alabilmişlerdir. Mesela; Sultan el-Mansur Ali (1377-1381) döneminin güçlü devlet adamlarından biri olan Emir İnebek, Halife el-Mütevekkil Alallah’a kendisine karşı geldiği için hakaret etmiş ve ardından onu sürgüne göndermeye karar vererek halifelikten azletmiştir. Halifeye olan öfkesi dinmeyen Emir İnebek ardından Mütevekkil’in yerine el-Mutasım Billah’ı halife ilan etmiştir. Diğer emirlerin baskısı sonucunda Mütevekkil on beş gün sonra yeniden halifeliğe getirilmiştir. Öyle gözüküyor ki, sultanlar tahta çıktıklarında meşruiyet kazanmak için halifeden onay alarak, diğer devletler tarafından kabul görmesinin ve saltanatının meşruiyetini sağlardı.
Bu açıdan Faruk Sümer, “Yavuz Selim Halifeliği Devraldı mı?” diye sorması ve müzakere etmesi önemlidir. Çünkü son Abbâsî Halifesi el-Mütevekkil Osmanlıların eline geçmiş, Hilafet Kurumunu önemsememiştir. Çünkü Baybars gibi onun yetkisine zaten ihtiyaç duymayacak bir dünya devletiydi, üstelik bu sıfatı daha önce de kullanmışlardı. Selim ve Fatih Sultan Mehmed bunu Osmanlı’da resmiyete dönüştürtüler. Şeyhü’l-İslam’ı önemli bir bürokrat olarak konumlandırması ama Divan-ı Hümayün yani vezirlerin (bakanların) ve diğer önemli bürokratların katıldığı içinde yer almazdı, ihtiyaç duyulduğunda görüşlerine başvurmak için çağırıldı. Türkiye Cumhuriyeti bu birikim üzerine kuruldu ve Diyanet İşleri Başkanlığı Anayasal bir kuruluş olarak konumunu benzer bir şekilde devam ettirdi.
- Türk Rönesans’ı ve (Sünnî) Müslümanlık Tasavvuru
Türk Düşünce tarihinde Gaznelilerle birlikte Turan’ın gelişiminin ilk nüveleri de görülür. “Dünyada Türklerin kesintisiz hükümranlığı Gazanlı Sultan Mahmud (389-421/999-1030) ile başlamıştır” da denilebilir. Tabii bunda İran’daki edebî, ilmî gelişmelerin etkisi büyüktür. Özellikle Emir Timur’un İran coğrafyasını ele geçirmesinden sonra ilim ve edebiyat, güzel sanatlar gelişmiş, Işık Doğu’dan yükselmeye başlamıştır. Timur Han ile birlikte Asya’nın en büyük komutanlarından birisi olarak tarihe geçer. Hindistan’ın İndus bölgesine Ganj havzasına siyasî başarılarının yanı sıra kültürel açıdan da İran ve Arap edebiyatlarını korurken Sünnî öğretiyi bölgede yaydı. Mimari de Abbâsî ve Horasan geleneklerini de içeren yeni tasarımlar yapmasını istedi. Büveyhîlerle mücadele etti. Özellikle Timur’dan sonra tahta geçen Şahruh (ö. 850/1447) Sünnî İslam tasavvuruna her türlü desteği vermiştir.
O kadar ki, her asrın başında bir din müceddidinî n geleceği yolundaki hadise dayanarak tarihçi Abdürrezzâk es-Semerkandî tarafından asrın müceddidi olarak gösterilmiştir Şahruh’un bölgesindeki siyasal mücadelelerinde hem bilim insanı hem de yönetici olan oğlu Uluğ Beyin de yanında olmuştur.
Eğer bilge-yönetici” kasıt hem teorik hem de pratik alanda bilimsel çalışmalar yapan ve devlet yöneten kast ediliyorsa bu Türk tarihinde ilk Uluğ Bey’dir. Bizim günümüzde felsefeyi küfür, kelamı zındılık, tasavvufu şirk olarak gören yeni Selefî zihniyete karşı önerdiğimiz Felsefe-kelam-tasavvuf disiplinlerini eş güdümlü okumaya dair tarihsel örnek metin olarak gördüğümüz ed-Durretü’l-fahire fi tahkiki mezhebis-sûfîyye ve’l-mütekellimin ve’l-hukemai’l-mükekaddimin eserin müellifi Molla Cami’de bu dönemde yetişmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in isteği üzerine yazılması da düşünce tarihimiz açısından önemini daha da artırmaktadır.
Bu dönemde Herat, Sultan Mahmud zamanındaki Gazne ile mukayese edilebilir. Şahruh’un oğullarından olup babası sağken ölen Gıyaseddin Baysunkur da İran’ın dört bucağındaki âlimleri, hattatları, nakkaşları, minyatürcüleri, müellifleri etrafına toplamıştı. Şahruh’un oğlu Uluğ Bey, yöneticiliğinin yanı sıra bilim insanı olmakta da tarihimizde önemli yere sahiptir.
Minyatür ve hat sanatında Tebrizli Ca‘fer, Heratlı Şemseddin Muhammed, Gıyâseddin Nakkāş, Halil Musavvir; mimaride Kıvâmüddin; mûsikide Abdülkādir-i Merâgī, Endicanlı Yûsuf; tarihçilikte Hâfız-ı Ebrû, Şerefeddin Ali Yezdî ve tezkirelerde sayısı yüzleri aşan şairleriyle Herat Batı’da “Timurlu rönesansı” sözünün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunda Şahruhun diğer bilge yönetici oğlu Uluğ Bey’in başkanlığında Kadızâde-i Rûmî, Gıyâseddin Cemşîd, Muiniddin-i Kâşî ve Ali Kuşçu’nun yürüttüğü çalışmalarla Semerkant doğu dünyasında rönesansı yaşamasının önemli katkısı vardır.
Uluğ Beyin rasathanesinde Ziç-i Uluğ Beğ diye bilinen meşhur takvimi meydana getirilmişti. Yine Timurlu hanedanından olan Bâbür Şah’ın, Şiîrleri ve Bâbürnâme’siyle bugüne gelmiş ve namını bugün de devam ettirmektedir. O, kaybolanları bir tarafa bırakılırsa beş esere imzasını atmış bir edebiyatçı hükümdar olarak tanınır. İçinden birçok şair şahsiyet çıkmış Timurlular ailesindeki Şiîr geleneği en yüksek temsilcisini onun şahsında bulmuştur.
Timur soyundan gelen Sultan Ebu Said zamanında Türkistan, Turan, Horasan, Zabulistan, Sistan ve Mazandaran en yüce bir refaha ulaşmıştı, çünkü âlimleri ve ilmi pek sever ve korurdu. Onun vefatından sonra (872/1468) Herat’ı ele geçiren ve yine Timur soyundan olan Hüseyin Baykara ve veziri Mir Ali Şir Nevai de Türk Rönesansı’nın en önemli figürlerindendir. Timur ve oğullarının yarım bıraktığını Selçuklu devam ettirdi, Osmanlı ve Babür devletleri ile Horasan, Mezopotamya’dan Avrupa’ya, Hindistan’a ve Afrika’ya kadar Türklerin hâkimiyetine girdi, 19 asra kadar da devam etti.
Emel Esen, bunu Türklerin cihanşumul bir sistem kurmak olarak görür ve “Universalism veya Universism (alem nizamı)” diye isimlendirir. Ona göre, “Antik Çağ’da Yunan filozoflarını etkileyen bilgelik atası Anaharsis’i, Ortaçağda Farabî, Yusuf Balasaguni, Mahmud Kaşgari, Ahmek Yükneki ve Hoca Ahmed Yesevî Türklerin manevi ortamını oluşturmuşlardır. Arap-Fars manevi etkisini kırarak geleneksel Türk maneviyatının canlandırılmasına vesile olmuşlardır.”
Bu açıdan Farabî’ye “Doğu’nun Aristoteles’i”, bu döneme de “Dinî Rönesans” denildiği de görülür. Bu âlimler sayesinde bölge müslümanlaşmış ama fikrî açıdan Araplaşmamıştır.
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak için yaptığımız okumaların merkezine bu seçkin zekalar ve eserlerini almamız bu nedenden dolayıdır. Bilim dili Helenistik felsefe ile Grekçe, Muallim-i Sani’nin felsefeyi aslî yurduna geri getirmesi ve İslam Felsefesini (Hakikat Mektebi) Doğu’da yeniden üretmesi, İbn Sina’nın Hikmetü’l-Meşrikiyye tasavvurunu geliştirmesi, İşraki öğreti ve Ekberi gelenek ile birlikte Arapça bir bilim dili olmuştur. Bunun yanı sıra Farsça ve Yesevi, Yusuf Has Hacip gibi alimlerle birlikte Türkçe de bir din ve bilim dili olmaya başlamıştır.
Görüldüğü üzere İslâm medeniyeti, Eski Mısır ve bugünkü Batı ve Güney Batı Irak, Dicle ve Fırat arasına tekabül ettiği için Nehirler Arasındaki ülke (Maveraünnehir) denilen Mezopotomya’da gelişmiştir. Bu noktada Antik, Orta Çağ-skolastizm ve Yeni Çağ ayrımlarının ne derece tutarlı olduğu sorusunu sorup, Orta Çağ diye sunulan dönemde İslâm bilimlerinin Rönesans/dirilişini yaşadığı gerçeğini hatırlamak gerekir. Koyre’nin ifadesiyle “Latin barbarlığı karşısında kendine özgü seçkin eğitici rolü” olduğu unutulmamalıdır. Bunun devlet yönetimi, diplomasi ve iktisat ile ilgili boyutlarını ayrıca incelemek gerekir.
“Avrupa Rönesansı” denilen ilmi ve fikrî yenilenme, 12. Asırda İslam bilim medeniyetinin ürettiği bilim, felsefe ve tıp eserlerini Latinceye kazandıran yoğun bir çeviri faaliyetinin etkisiyle ortaya çıkmıştır da denilebilir. Diğer bir ifadeyle İslâm bilim kaynakları, Batı medeniyetin doğmasının temel taşlarını döşedi. Bu açıdan Klasik Yunan Çağı uygarlığının bir nevi devamı olarak olduğunu gösterir. Bu nedenle olsa gerek İslâm bilimleri Avrupa’da kabul görüp özümsenmesi 18. Yüzyıldan itibaren gözle görülür hale gelmiştir. Sayılı’nın ifadesiyle söyleyecek olursak, “Mısır, özellikle Mezopotamya ilimleri Yunanlılar yoluyla Orta Çağ İslam dünyasına, geç Orta çağ Batı Avrupa uygarlığı aracılığıyla Yeniçağ Avrupa ilminin dirilmesi ve gelişmesinin temelinde yer alır”.
İslâm kültür ürünlerinin İbranice ve Latinceye çevrilmesiyle Avrupa’da kabullenme (resepsiyon) ve özümsenme süreci üzerinden ayrıntılı okumalar yapılabilir.
Sonuç:
İslam dünyasında yaklaşık bin yıl hâkim olan Türk Aklı ve Müslümanlık tasavvurlarıdır. Yavuz Sultan Selim, Timur Han, Sultan Baybars ve Şah İsmail’in liderliğin yaptığı devletlerin fikrî, siyasî, itikadî, iktisadi yapılarının tahlili bunu net bir şekilde gösterir. Hindistan'ın tamamına yakınında hüküm süren ve Çağatay Türkü olan Babür tarafında kurulan Babürlüler (1526-1858) devletini düşündüğümüzde üzerinde güneş batmayan bir coğrafya yüzyıllarca Türklerin yönetimleri altında kaldığını söyleyebiliriz. Timur torunu olarak Babürlüler Osmanlı devletiyle hiçbir irtibata geçmediklerini, ama Safevîleri Osmanlı çatışmalarında destek verdiklerini görünce, siyasi çatışmaların daima merkezde, dini/mezhebi görüşlerin de bu çerçevede çok değerli okumalara tabii tutulması gerektiğini görüyoruz. Ama burada önemli olan liderlerin aralarındaki çatışmalara rağmen bilim insanlarına gösterdikleri hürmettir. Aynı kültürel değerleri paylaşan komşu milletlerin hükümdarları kavga etse bile âlimleri devamlı ilişkidedirler. Türkistan-Türkiye irtibatının fikri-ilmi çizgisi bu açıdan siyasal ve dini angajmanların üstünde bir seyir halinde takip edilebilir. Buna örnek olarakUluğ Bey, Uzun Hasan (ö. 882/1478) ve Fatih Sultan Mehmedn Ali Kuşcu’nun ilmine, şahsiyetine olan hürmetlerini verebiliriz.
Bu tutumlar, İslâm medeniyetinin niteliğini gösterir. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle söyleyecek olursak, “15. yüzyıl Timur’dan Fatih’e Türklerin İslâm medeniyet ve kültürünü taşıdıkları bir çağdır. 15. asra Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar yaşayan Türk kavimleri Timur, Yıldırım Bayezid kavgasıyla girdiler ama torunları olan büyük âlimler coğrafyalara rağmen bir arada bulundular, çocuklarını bir arada yetiştirdiler. Bilimsel etkinliklerin sona ermesi ve bilim sanat adamlarının ayrı coğrafyalara düşmesi o medeniyetin de sonu olmuştur.” ” İlber Ortaylı,https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/ortacag-bilgini-ali-kuscu-41053437, (16 Aralık 2018).
FACEBOOK YORUMLAR