Üç Tarz-ı Tefekkür II: Fars Aklı ve Şiî Müslümanlık Tasavvuruyla Özdeşleşmesi (Ne Derece Tutarlı?”
Mevlüt Uyanık
İlk yazıda İslamiyetin ilk dönemlerini, ilk kırgınlığın yol açtığı iç çatışmalara/kırılmalara değinmiştik
“Benu Saide gölgeliği” diye bilinen mekandaki ilk kırgınlığın Hz. Ebu Bekir’in şüpheli (zehirlenme riski) vefatı, sonraki üç devlet başkanının şehadetiyle ve yaşanılan iç savaşlarla kırılmaya dönüşmesi ve Emevî Karşı Devrimine karşı Hz. Ali ve taraftarlarının (Şîa) direnişleriyle eş zamanlı Fars Aklı devreye girer.
Burada temel sorun şudur: Arap Aklı’nın Şiî Müslümanlık tasavvurları Mezhepler Tarihi açısından malumken, nasıl oluyor da, Fars Aklı’nın Müslümanlık tasavvuruyla dünyaya Şiîlikle özdeş bir şekilde sunulmaya başlamıştır?
İlhanlı, Akkoyunlu, kadim Sâsânî devlet geleneğini devşiren Şah İsmail’in sistematik bir şekilde Sünnî öğretiden on iki imam Şiî öğretisine geçişine dikkat edilerek incelendiğinde bu özdeşleşmenin tutarlı olmadığı anlaşılır. Bu açıdan günümüzde İran’da kullanılan para (Tümen) Şah İsmail tarafından bastırıldığı, onun iktidara geldiğinde İran coğrafyasında Sünnîliğin baskın olduğu, aldığı çok sert tedbirlerle Şiî İmâmiyye öğretisine geçildiğini, sarayda Azerbaycan Türkçesi, bürokraside Farsça kullanıldığı sürecinin günümüze olan etkileri araştırılmalıdır. Böylece günümüzde İslam dünyasındaki ekonomi-politik savaşlara Şiî-Selefî (Sünnî diye sunulmasının hiçbir tutarlılığı yok) çatışması diye meşruiyet aranmasın tarihsel temelleri de ortaya çıkacaktır.
Bu açıdan biz, Mezhepler Tarihini “Siyasal Bilgiler Tarihi” gibi okuduğumuzda ilk dönemdeki siyasî -fikrî-itikadî fırka ve hizipleri sözcük anlamıyla öğretilerini iktidar kılmak isteyen günümüz partileri gibi düşünebiliriz. Bu çerçevede, Arap, Fars ve Türk Akıllarının ürettiği Müslümanlık tasavvurlarının merkezi noktası, Abbâsî Sünnî- Fâtimî-Büveyhî Şiî (İsmâilî-İmâmiyye) gerilimi ve bunun sosyo-politik alana yansıması olarak görülebilir.
Burada tekrar soralım; Fars Aklının diğer Arap Şiî tasavvurlarını baskılayarak Şiîlikle kendisini özdeleştirmesi ne derece tutarlıdır? Veya Arap Aklının Selefîlik diye kendinî güncellemesi için bu ayrımı “gerekli bir öteki” sağlama açısından önemsenip, diğer Arap Şiî tasavvurlarının gündeme getirilmemesinin anlamı nedir? Yahut Ali Şeriati’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, Ali/Al Şîa ile Kara/Safevî Şîası arasındaki farkın temellerini, Emevî (Arap) Sünnîliği ile Safevî (Türk) Şiîliğini İran’daki güncel izdüşümleri olduğunu düşünürsek, Pers, Türk ve Rus Akıllarının bölgedeki ekonomi politik mücadelelerine nasıl yansır?
Başka bir ifadeyle Şeriati’nin “Mezhep ve Millet montajı” dediği Safevî (Türk) Şîası anlamak için Şah İsmail’in Osmanlı ile çatışmalarına dinî meşruiyet arama çabalarını Türkiye Cumhuriyeti ve İran arasındaki ilişkilerde sürdürülmesinin tutarlılığı nedir?
Türkiye ve Azerbaycan arasında böyle bir sorun olmadığı Karabağ çatışmaları sürecinde daha net belli oldu. O halde, günümüzde Arap aklının Selefîlik, Fars aklının ise Şiîlik üzerinden meşruiyet sağlamaya çalıştığı bölgesel çatışmaların hasarını azaltarak toplumsal (asabiyet) bilinçliliğimizi güçlendirmek mümkündür. Çünkü nesep (Türk) bağımız ve sebep bağımız (İslamiyet) merkeze alıp; dinimizin yaşanmasında tercih edilen yol (mezhep) farklı olmasının yönteme dair olduğunu “iki devlet, tek millet” ilkesiyle vicdanlarda karşılık buldu.
İlk yazıda İslamiyetin ilk dönemlerini, ilk kırgınlığın yol açtığı iç çatışmalara/kırılmalara değinmiştik
“Benu Saide gölgeliği” diye bilinen mekandaki ilk kırgınlığın Hz. Ebu Bekir’in şüpheli (zehirlenme riski) vefatı, sonraki üç devlet başkanının şehadetiyle ve yaşanılan iç savaşlarla kırılmaya dönüşmesi ve Emevî Karşı Devrimine karşı Hz. Ali ve taraftarlarının (Şîa) direnişleriyle eş zamanlı Fars Aklı devreye girer.
Burada temel sorun şudur: Arap Aklı’nın Şiî Müslümanlık tasavvurları Mezhepler Tarihi açısından malumken, nasıl oluyor da, Fars Aklı’nın Müslümanlık tasavvuruyla dünyaya Şiîlikle özdeş bir şekilde sunulmaya başlamıştır?
İlhanlı, Akkoyunlu, kadim Sâsânî devlet geleneğini devşiren Şah İsmail’in sistematik bir şekilde Sünnî öğretiden on iki imam Şiî öğretisine geçişine dikkat edilerek incelendiğinde bu özdeşleşmenin tutarlı olmadığı anlaşılır. Bu açıdan günümüzde İran’da kullanılan para (Tümen) Şah İsmail tarafından bastırıldığı, onun iktidara geldiğinde İran coğrafyasında Sünnîliğin baskın olduğu, aldığı çok sert tedbirlerle Şiî İmâmiyye öğretisine geçildiğini, sarayda Azerbaycan Türkçesi, bürokraside Farsça kullanıldığı sürecinin günümüze olan etkileri araştırılmalıdır. Böylece günümüzde İslam dünyasındaki ekonomi-politik savaşlara Şiî-Selefî (Sünnî diye sunulmasının hiçbir tutarlılığı yok) çatışması diye meşruiyet aranmasın tarihsel temelleri de ortaya çıkacaktır.
Bu açıdan biz, Mezhepler Tarihini “Siyasal Bilgiler Tarihi” gibi okuduğumuzda ilk dönemdeki siyasî -fikrî-itikadî fırka ve hizipleri sözcük anlamıyla öğretilerini iktidar kılmak isteyen günümüz partileri gibi düşünebiliriz. Bu çerçevede, Arap, Fars ve Türk Akıllarının ürettiği Müslümanlık tasavvurlarının merkezi noktası, Abbâsî Sünnî- Fâtimî-Büveyhî Şiî (İsmâilî-İmâmiyye) gerilimi ve bunun sosyo-politik alana yansıması olarak görülebilir.
Burada tekrar soralım; Fars Aklının diğer Arap Şiî tasavvurlarını baskılayarak Şiîlikle kendisini özdeleştirmesi ne derece tutarlıdır? Veya Arap Aklının Selefîlik diye kendinî güncellemesi için bu ayrımı “gerekli bir öteki” sağlama açısından önemsenip, diğer Arap Şiî tasavvurlarının gündeme getirilmemesinin anlamı nedir? Yahut Ali Şeriati’nin ifadesiyle söyleyecek olursak, Ali/Al Şîa ile Kara/Safevî Şîası arasındaki farkın temellerini, Emevî (Arap) Sünnîliği ile Safevî (Türk) Şiîliğini İran’daki güncel izdüşümleri olduğunu düşünürsek, Pers, Türk ve Rus Akıllarının bölgedeki ekonomi politik mücadelelerine nasıl yansır?
Başka bir ifadeyle Şeriati’nin “Mezhep ve Millet montajı” dediği Safevî (Türk) Şîası anlamak için Şah İsmail’in Osmanlı ile çatışmalarına dinî meşruiyet arama çabalarını Türkiye Cumhuriyeti ve İran arasındaki ilişkilerde sürdürülmesinin tutarlılığı nedir?
Türkiye ve Azerbaycan arasında böyle bir sorun olmadığı Karabağ çatışmaları sürecinde daha net belli oldu. O halde, günümüzde Arap aklının Selefîlik, Fars aklının ise Şiîlik üzerinden meşruiyet sağlamaya çalıştığı bölgesel çatışmaların hasarını azaltarak toplumsal (asabiyet) bilinçliliğimizi güçlendirmek mümkündür. Çünkü nesep (Türk) bağımız ve sebep bağımız (İslamiyet) merkeze alıp; dinimizin yaşanmasında tercih edilen yol (mezhep) farklı olmasının yönteme dair olduğunu “iki devlet, tek millet” ilkesiyle vicdanlarda karşılık buldu.
- Arap ve Fars Şiîliği
Safevî (Şiî) ve Osmanlı (Sünnî) çatışması üzerinden günümüz Türkiye’sine aktarılmaya çalışılan ve ülkemizin Selefî-Şiî ekonomi politik çatışmalarında taraf olmaya yönlendirilmesinin tutarsızlığı anlamak için Arap Şiîliğinden biraz bahsedelim. Çünkü İslam dünyasındaki Şiî-Pers/Fars Aklı özdeşliği aslında Şeriati’nin deyimiyle, Ali Şîası, Safevîlerle birlikte kurum Şîa’sına dönüşmesinin İran İslam Cumhuriyetindeki devamıdır. Bu zafer gibi gözükür ama temelde iflastır. Çünkü Safevîler, ona göre, ırkçı düşüncelerini Şîa kisvesi altında gizleyerek birlik olmayı savunan Şiîliği ayrılıkçı bir mezhep hâline getirmişlerdir.
Tarihte bu gerilime düşmemiş Şiî devlet olarak Hamdanileri hatırlamak bu noktada önemlidir. Kuzey Suriye ve Kuzey Irak hüküm sürmüş, Musul Bağdat ve Mardin şehirlerini önemli merkezler haline getirmiş, Maraş’ı Bizanslılardan geri almış Seyfü’d-Devle ve İmâmiyye Şîası’na mensup olmakla beraber Sünnîler’e karşı hoşgörülü davrandıklarını biliyoruz. İslam Felsefesi açısından önemini söyleyecek olursak, Fârâbî’nin Kitâbü’l-Eġānî adlı eserini takdim ettiği; Hallac’ın büyük itibar gördüğünü söylemek yeterlidir. Nitekim Hamdaniler 905-1004 yılları arasında Musul ve çevresiyle, edip, şair ve âlimler Halep’i bir kültür merkezi haline getirmişler, dönemlerine “asru’z-zehep” yani altın çağ da denilmiştir.
Bu husus önemli, çünkü Şiî ve Sünnî şeklindeki ayrım, Müslümanlığın yaşanmasına dair kategorik bir sunum olduğu, bir arada barış içinde yaşadığının da göstergesidir. Ama ekonomi-politik çatışmalara meşruiyet zemini olarak kullanılmak istenilince Arap-Fars ve Türk (Safevî örneğinde olduğu gibi) Şiîlik çatışma dilinin ayracı olarak kullanılabilmiştir.
Bu bağlamda öncelikle Arap ve Fars Akılları ve Müslümanlık tasavvurları üzerinde duralım. Ana hatlarıyla Hz. Hasan’dan Arap Şiîliğinin, Hz. Hüseyin üzerinden Pers Şiîliği teşekkül etmiş, demiştik. Nitekim 789-985 yılları arasında Fas’ta hüküm süren Ehli Beyt Neslinin kurduğu ilk İslâm hânedanı olarak Devletini kuran İdrîsîler Hz. Hasan’ın soyundan geldiklerini söylüyorlardı. Şiî-Zeydi olan İdrîsîler, diğer mezheplere de oldukça ılımlı yaklaşıyorlardı. Bu Şiî Zeydi tasavvuru Kuzey İran ve Yemen’de etkili olmuşlardır. 909-1171 yılları arasında Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de hüküm süren diğer bir Şiî (İsmâilî) devleti Fâtımîler tarafından ortadan kaldırıldılar. Artık Abbâsî hilafetinin dışında yeni bir İslam devleti olarak Fâtımîler vardı.
Tunus’da ortaya çıkan Hz. Fatıma’dan ilham alarak devletlerinin adını Fâtimîler olarak koyan 969 yılında Mısır’ı ele geçirdiler ve devletlerinin başkenti olarak düşündükleri Kahire’yi Fustat yakınlarında kurdular. Daha sonra burayı bir ilim ve kültür merkezi haline getirdiler. Buraya “bilgelik evi” diyebileceğimiz bir Daru’l-hikme oluşturdular. Abbâsîlerin de Bağdat(ta yine benzer isimle “beytü’l-hikme” kurduklarını düşünürsek, yapılan siyasî mücadelelerin kültürel alt yapısının da atıldığını söylemek mümkündür.
Tarihte bu gerilime düşmemiş Şiî devlet olarak Hamdanileri hatırlamak bu noktada önemlidir. Kuzey Suriye ve Kuzey Irak hüküm sürmüş, Musul Bağdat ve Mardin şehirlerini önemli merkezler haline getirmiş, Maraş’ı Bizanslılardan geri almış Seyfü’d-Devle ve İmâmiyye Şîası’na mensup olmakla beraber Sünnîler’e karşı hoşgörülü davrandıklarını biliyoruz. İslam Felsefesi açısından önemini söyleyecek olursak, Fârâbî’nin Kitâbü’l-Eġānî adlı eserini takdim ettiği; Hallac’ın büyük itibar gördüğünü söylemek yeterlidir. Nitekim Hamdaniler 905-1004 yılları arasında Musul ve çevresiyle, edip, şair ve âlimler Halep’i bir kültür merkezi haline getirmişler, dönemlerine “asru’z-zehep” yani altın çağ da denilmiştir.
Bu husus önemli, çünkü Şiî ve Sünnî şeklindeki ayrım, Müslümanlığın yaşanmasına dair kategorik bir sunum olduğu, bir arada barış içinde yaşadığının da göstergesidir. Ama ekonomi-politik çatışmalara meşruiyet zemini olarak kullanılmak istenilince Arap-Fars ve Türk (Safevî örneğinde olduğu gibi) Şiîlik çatışma dilinin ayracı olarak kullanılabilmiştir.
Bu bağlamda öncelikle Arap ve Fars Akılları ve Müslümanlık tasavvurları üzerinde duralım. Ana hatlarıyla Hz. Hasan’dan Arap Şiîliğinin, Hz. Hüseyin üzerinden Pers Şiîliği teşekkül etmiş, demiştik. Nitekim 789-985 yılları arasında Fas’ta hüküm süren Ehli Beyt Neslinin kurduğu ilk İslâm hânedanı olarak Devletini kuran İdrîsîler Hz. Hasan’ın soyundan geldiklerini söylüyorlardı. Şiî-Zeydi olan İdrîsîler, diğer mezheplere de oldukça ılımlı yaklaşıyorlardı. Bu Şiî Zeydi tasavvuru Kuzey İran ve Yemen’de etkili olmuşlardır. 909-1171 yılları arasında Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de hüküm süren diğer bir Şiî (İsmâilî) devleti Fâtımîler tarafından ortadan kaldırıldılar. Artık Abbâsî hilafetinin dışında yeni bir İslam devleti olarak Fâtımîler vardı.
Tunus’da ortaya çıkan Hz. Fatıma’dan ilham alarak devletlerinin adını Fâtimîler olarak koyan 969 yılında Mısır’ı ele geçirdiler ve devletlerinin başkenti olarak düşündükleri Kahire’yi Fustat yakınlarında kurdular. Daha sonra burayı bir ilim ve kültür merkezi haline getirdiler. Buraya “bilgelik evi” diyebileceğimiz bir Daru’l-hikme oluşturdular. Abbâsîlerin de Bağdat(ta yine benzer isimle “beytü’l-hikme” kurduklarını düşünürsek, yapılan siyasî mücadelelerin kültürel alt yapısının da atıldığını söylemek mümkündür.
- Aynı Anda Üç Hilafet Yönetimi
Bunlara ilaveten bir de Endülüs Emevî Hilafetini düşünürsek, aynı anda Hilafet isimli siyasî yapının olması, hilafetin dinî boyutundan çok din temelli siyasî yapılanmalar olduğunu gösterir. Zaten sözlük anlamı da “birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, birinin ardından gelmek/gitmek, yerini doldurmak, vekâlet veya temsil etmek”tir.
Hz. Ebu Bekir (632-634) dinî ve siyasî iki anlamı da içeren “Halifetü’r-Rasullilah” tercih ederken, halifetullah denilmesini kabul etmemiştir. Hz. Ömer’in (634-644). “Emiru’l-Müminin” sıfatını kullanması onun sözlük ve terim/siyasal anlamındaki geçişi göstermesi açısından önemlidir. Nitekim daha sonraları aynı anda üç farklı yerde, üç farklı zihniyet Hz. Muhammed’in temsilcisi olduğunu iddia etmesi siyasal ve itikadî farklılaşmayı da gösterir. Fâtimîler, bu durumu bildikleri için sicillerde ve paraların üstünde “el-imâm” ve Hz. Ömer gibi “emîrü’l-mü’minîn” sıfatlarını öne çıkarıp, resmî belgelerde halife lakabını kullanmaktan kaçınmışlardır.
Arap Fars ve Türk Akıllarının Müslümanlık tasavvurlarının tarihsel temellerini anlamak için bu noktada Hasan Sabbâh ve Nizârî İsmâilî öğreti hakkında kısa bilgi vermek gerekir.
Hz. Ebu Bekir (632-634) dinî ve siyasî iki anlamı da içeren “Halifetü’r-Rasullilah” tercih ederken, halifetullah denilmesini kabul etmemiştir. Hz. Ömer’in (634-644). “Emiru’l-Müminin” sıfatını kullanması onun sözlük ve terim/siyasal anlamındaki geçişi göstermesi açısından önemlidir. Nitekim daha sonraları aynı anda üç farklı yerde, üç farklı zihniyet Hz. Muhammed’in temsilcisi olduğunu iddia etmesi siyasal ve itikadî farklılaşmayı da gösterir. Fâtimîler, bu durumu bildikleri için sicillerde ve paraların üstünde “el-imâm” ve Hz. Ömer gibi “emîrü’l-mü’minîn” sıfatlarını öne çıkarıp, resmî belgelerde halife lakabını kullanmaktan kaçınmışlardır.
Arap Fars ve Türk Akıllarının Müslümanlık tasavvurlarının tarihsel temellerini anlamak için bu noktada Hasan Sabbâh ve Nizârî İsmâilî öğreti hakkında kısa bilgi vermek gerekir.
- İmâmiyye, İsmâilî Şiî Öğretiler ve Büveyhiler
Buna geçmeden önce, Şiî Fâtimî devletinin İsmailî öğreti üzerine temellendiğini, İmâmiyye/isnaşariyye yani On İki İmam Şiîliğinden farkından bahsetmek gerekir, çünkü Hasan Sabbâh, nitelikli bir İmâmiyye Şîasına dair eğitim aldıktan sonra İsmâilîğe geçmiş, Fâtimî Hilafetinin merkezi Kahire’ye gitmiş ve orda yeniden eğitim almıştır. Artık Arap ve Fars Akıllarının ürettiği siyasî /dinî tasavvurları yanında Türk Aklı da devrededir.
Fâtimîlerin Abbâsîlerle ekonomi politik mücadelelerini teolojik dil üzerinden mücadelesinden önemli kazanımlar elde etmesi, Büveyhîler’in son devrinde yaşayan bir Türk kumandanı Ebü’l-Hâris Arslan b. Abdillâh el-Muzaffer (ö. 451/1060) yani Arslan Besasiri'yi desteklemeleriyle ileri aşamaya geçti. Bağdat’ın ele geçirilip Fatimiler adlarına hutbe okutulması üzerine Türk Aklının devreye gidi. Tuğrul Bey, Abbâsî Halifesi Kaim- Biemrilah'ı onların baskısından kurtardı.
Bu hususların anlaşılması için Sünnî Abbâsî döneminde Şiî Büveyhîlerin etkisini ve Türklerin Sünnî düşünce tarzına destekleri üzerinde biraz daha duralım. Çünkü Büveyhîler’den önce Bağdat’ta büyük bir Şiî topluluğu yoktu. 932-1062 yılları arasında İran ve Irak’ta hüküm süren Deylem asıllı bir hânedan olup, Büveyhîler İslamiyetin Şiî tasavvurunu benimsediler. İmamuddevle diye bilinen Ebü’l-Hasen Alî b. Büveyh b. Fennâhusrev ed-Deylemî (ö. 338/949) tarafından kurulmuştur. Cibâl, Fars, Hûzistan kolu hükümdarıdır.
“Şehinşah” ünvanını kullanmaları Sâsânî geleneklerini takip etmelerinin simgesiydi. Büveyhîler Fars ve Hûzistan, Kirman, Cibâl ve Irak olmak üzere dört ayrı bölgede hüküm sürdüler. Büveyhîler Fars ve Hûzistan, Kirman, Cibâl ve Irak olmak üzere dört ayrı bölgede hüküm sürdüler. Abbâsîler döneminde oldukça etkiliydiler. En güçlü oldukları dönemde devletin sınırları doğuda Rey, İsfahan ve Şîraz’dan batıda aşağı Fırat çölüne kadar uzanıyordu. Ayrıca Uman da devletin bir parçasıydı. Kuzeyde Bizans, batıda Fâtımîler, doğuda Sâmânîler ve Gazneliler’le komşu olmuşlardı. Kuzeyde Irak ticareti için çok önemli olan Basra körfezi Büveyhîler’in kontrolü altındaydı. Büveyhîler Hûzistan’a hâkim olduktan sonra Irak’la daha yakından ilgilendiler.
Büveyh (Bûye) b. Fennâ (Penâh) Hüsrev’in üç oğlundan biri olan Ahmed 19 Aralık 945 tarihinde davet üzerine karışıklıklar içindeki Bağdat’a girdi. Abbâsî Halifesi Müstekfî-Billâh onu emîrü’l-ümerâ tayin ederek Muizzüddevle ünvanı verdi. Üç kardeşten Ali’ye İmâdüddevle, Hasan’a da Rüknüddevle lakaplarını verdi.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Muizzüddevle Ahmed, Halife Müstekfî’nin gözlerine mil çektirerek yerine Mutî‘-Lillâh’ı halife ilân etti. Abbâsî hilâfeti bundan sonra bir çöküş devresi içine girdi ve halifelik otoritesi zayıfladı. Böylece Abbâsî halifeliğinin merkezi Bağdat’ta yeni bir dönem başladı.
Şiî Büveyhîler siyasî sebeplerle, Sünnî olan Abbâsî halifeliğinin devam etmesine ses çıkarmıyorlardı. Çünkü onlar halifeliğin devamını gerek kendi hâkimiyet sahalarında, gerekse bölgeleri dışında kendi lehlerine kullanmak niyetindeydiler. Ayrıca halifeliği kendi kontrolleri altında bulundurmakla hem devlet içindeki Sünnîler hem de diğer müslüman devletler nezdinde itibar göreceklerdi.
Büveyhîlerin yaklaşık 110yıllık saltanatlarına Tuğrul Bey son vermesinin bölge tarihi açısından önemini bu bilgiler ışığında düşünelim lütfen. Tuğrul Beyin kardeşi Çağrı Beyin oğlu Kavurd’da daha önce Kirman üzerine yürüyerek bu bölgedeki Büveyhî hâkimiyetine son vermişti (1048). 1062’de de Şebânkâre Emirliği ve Kirman Selçukluları tarafından zaptedildi. Çok geniş bir alanda hüküm sürmelerine rağmen mahallî bir hânedan olarak kaldılar. Basra körfezi, Irak ve Batı İran’da ticareti geliştiremediler. Bunun sonucu olarak iktisadî açıdan zayıfladılar ve ücretli askerlerin maaşlarını ödeyemez hale geldiler. Muhtelif yerlerdeki isyanları ve hânedan mensupları arasındaki mücadeleyi önleyemediler.
Fâtimîlerin Abbâsîlerle ekonomi politik mücadelelerini teolojik dil üzerinden mücadelesinden önemli kazanımlar elde etmesi, Büveyhîler’in son devrinde yaşayan bir Türk kumandanı Ebü’l-Hâris Arslan b. Abdillâh el-Muzaffer (ö. 451/1060) yani Arslan Besasiri'yi desteklemeleriyle ileri aşamaya geçti. Bağdat’ın ele geçirilip Fatimiler adlarına hutbe okutulması üzerine Türk Aklının devreye gidi. Tuğrul Bey, Abbâsî Halifesi Kaim- Biemrilah'ı onların baskısından kurtardı.
Bu hususların anlaşılması için Sünnî Abbâsî döneminde Şiî Büveyhîlerin etkisini ve Türklerin Sünnî düşünce tarzına destekleri üzerinde biraz daha duralım. Çünkü Büveyhîler’den önce Bağdat’ta büyük bir Şiî topluluğu yoktu. 932-1062 yılları arasında İran ve Irak’ta hüküm süren Deylem asıllı bir hânedan olup, Büveyhîler İslamiyetin Şiî tasavvurunu benimsediler. İmamuddevle diye bilinen Ebü’l-Hasen Alî b. Büveyh b. Fennâhusrev ed-Deylemî (ö. 338/949) tarafından kurulmuştur. Cibâl, Fars, Hûzistan kolu hükümdarıdır.
“Şehinşah” ünvanını kullanmaları Sâsânî geleneklerini takip etmelerinin simgesiydi. Büveyhîler Fars ve Hûzistan, Kirman, Cibâl ve Irak olmak üzere dört ayrı bölgede hüküm sürdüler. Büveyhîler Fars ve Hûzistan, Kirman, Cibâl ve Irak olmak üzere dört ayrı bölgede hüküm sürdüler. Abbâsîler döneminde oldukça etkiliydiler. En güçlü oldukları dönemde devletin sınırları doğuda Rey, İsfahan ve Şîraz’dan batıda aşağı Fırat çölüne kadar uzanıyordu. Ayrıca Uman da devletin bir parçasıydı. Kuzeyde Bizans, batıda Fâtımîler, doğuda Sâmânîler ve Gazneliler’le komşu olmuşlardı. Kuzeyde Irak ticareti için çok önemli olan Basra körfezi Büveyhîler’in kontrolü altındaydı. Büveyhîler Hûzistan’a hâkim olduktan sonra Irak’la daha yakından ilgilendiler.
Büveyh (Bûye) b. Fennâ (Penâh) Hüsrev’in üç oğlundan biri olan Ahmed 19 Aralık 945 tarihinde davet üzerine karışıklıklar içindeki Bağdat’a girdi. Abbâsî Halifesi Müstekfî-Billâh onu emîrü’l-ümerâ tayin ederek Muizzüddevle ünvanı verdi. Üç kardeşten Ali’ye İmâdüddevle, Hasan’a da Rüknüddevle lakaplarını verdi.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Muizzüddevle Ahmed, Halife Müstekfî’nin gözlerine mil çektirerek yerine Mutî‘-Lillâh’ı halife ilân etti. Abbâsî hilâfeti bundan sonra bir çöküş devresi içine girdi ve halifelik otoritesi zayıfladı. Böylece Abbâsî halifeliğinin merkezi Bağdat’ta yeni bir dönem başladı.
Şiî Büveyhîler siyasî sebeplerle, Sünnî olan Abbâsî halifeliğinin devam etmesine ses çıkarmıyorlardı. Çünkü onlar halifeliğin devamını gerek kendi hâkimiyet sahalarında, gerekse bölgeleri dışında kendi lehlerine kullanmak niyetindeydiler. Ayrıca halifeliği kendi kontrolleri altında bulundurmakla hem devlet içindeki Sünnîler hem de diğer müslüman devletler nezdinde itibar göreceklerdi.
Büveyhîlerin yaklaşık 110yıllık saltanatlarına Tuğrul Bey son vermesinin bölge tarihi açısından önemini bu bilgiler ışığında düşünelim lütfen. Tuğrul Beyin kardeşi Çağrı Beyin oğlu Kavurd’da daha önce Kirman üzerine yürüyerek bu bölgedeki Büveyhî hâkimiyetine son vermişti (1048). 1062’de de Şebânkâre Emirliği ve Kirman Selçukluları tarafından zaptedildi. Çok geniş bir alanda hüküm sürmelerine rağmen mahallî bir hânedan olarak kaldılar. Basra körfezi, Irak ve Batı İran’da ticareti geliştiremediler. Bunun sonucu olarak iktisadî açıdan zayıfladılar ve ücretli askerlerin maaşlarını ödeyemez hale geldiler. Muhtelif yerlerdeki isyanları ve hânedan mensupları arasındaki mücadeleyi önleyemediler.
- Tarihte İlk 10 Muharrem Matem Tutma Emri
Kültürel açıdan Deylemli âdetlerinin etkisiyle Muizzüddevle, 10 Muharrem 352 (8 Şubat 963) günü bütün Bağdat halkının çarşı ve dükkânlarını kapatmalarını, kadın erkek herkesin siyahlar giyerek şehirde dolaşmasını ve Hz. Hüseyin için matem tutmasını emretti. Ardından 18 Zilhicce 352’de (7 Ocak 964) Gadîr-i Hum gününün bayram olarak kutlanmasını emretti. Bu hususların dönemindeki Şiî-Sünnî gerilimini tetiklemesi üzerinde ayrıca çalışılabilir.
Abbâsî dönemini iyi anlamak için yine Sâsânî geleneğinden gelen (Budist ve Zerdüşt öğretilerinin takipçileri olduğu da iddia edilen) Bermeki ailesinin Abbâsîler devrinde başta vezirlik olmak üzere çeşitli makamlarda bulunma süreçlerini takip etmek gerekir.
Hâlid b. Bermek (92/710- 165/781), İslâm devleti hizmetinde Bermekî ailesinin ilk temsilcisi ve bu ailenin bir hânedan haline gelmesini sağlayan kişidir. Üç halife zamanında çeşitli görevlerde bulunmuş ve daima itibar ve nüfuzunu korumuştur. Bermekîler İran asıllı idiler. Arapçı bir siyaset takip eden Emevîler’e karşı hazırlanan ve başarıyla sonuçlanan Abbâsî ihtilâlinde İranlı unsurun rolü çok büyüktür. İhtilâlden sonra bir süre devletin çeşitli kademelerinde İranlı unsurun nüfuzu açıkça hissediliyordu. Halife Mansûr bu nüfuzu kırmak için Ebû Müslim’i öldürttüyse de istediği hedefe ulaşamadı. Çünkü Bermekî ailesi siyasî gücün yanında büyük bir malî güce de sahipti.
Görüldüğü üzere Abbâsî halifeleri el-Müktefi (902-908) (ve el-Muktedir (908-932) döneminde Budist, Zerdüşt ve Şiî-İsmailî dinî tasavvurları, Arap-Sünnî kültürel yapıya bir tehdit olarak görülüyordu. Nitekim Zerdüştiler 928 yılında İran’da yönetimi ellerine geçireceklerine inanıyorlardı. İsmâilî öğretiyi benimseyenler (Aleviler) 920 senesinde Horasan’ın başlıca şehirlerini işgal etmişlerdi. Karmatîler gibi Zerdüştiler de bir Sahibu’z-zaman’ın zuhur edeceğine inanıyordu. Hala “Kainat İmamı” vb ifadelerin hala geçerli akçe olarak sunulduğunu görüyoruz.
Yerli Müslüman halk da Eşres b. Abdullah (727-729) döneminde netleşen ama Kuteybe b. Müslim (/86705) döneminden itibaren halka karşı yaptığı insafsızlık ve zulme varan ağır baskılar dolayısıyla başkaldırdığını, düşündüğümüz zaman coğrafyanın siyasî ve kültürel karmaşası daha iyi anlaşılır.
Bu bilgiler ışığında Abbâsî Halifelerinin Şiî Büveyhîlere karşı daha önce (Sünnî) Gaznelilerden de yardım istemelerinin gerekçesi daha iyi anlaşılabilir. Malum olduğu üzere 945 yılında Büveyhoğulları Bağdat’ı işgal ettikten sonra Halife Müstekfi’yi (944-946) azlederek yerine Mutilillah’ı (946-974) halife ilan etmiştiler. Yeni halife, Büveyhoğullarının elinde bir kukla konumuna gelmişti. Büveyhîlerin etkisiyle zaten hilafet dinî ve siyaseten yani hükümet olarak iki ayrı kurum gibi olmaya başlamıştı. 1055 yılında Abbâsî halifesi el-Kaim Biemrillah (1031-1075) Büveyhoğullarından kurtulmak için Büyük Selçuklulardan yardım istedi. Sultan Tuğrul Bey’de bu isteği kabul etti ve onları Büveyhîlerin sultasından kurtardı. Abbâsîlerde Tuğrul Beyin siyaseten yöneticiliği kabul etiller, adına hutbe okutturulup, sikke bastırıldı.
Emevîler döneminde Halife Mervan b. Hakem ve oğlu Abdülmelik zamanında Ebû Bekr Abdullāh b. ez-Zübeyr b. el-Avvâm el-Kureşî (ö. 73/692)’in daha faziletli olduğunu söyleyenler onun dinî anlamda halife olduğunu söylemeleri malumdur. Babası aşere-i mübeşşereden Zübeyr b. Avvâm, annesi ise Ebû Bekir’in kızı Esmâ Abdullah b. Zübeyr İslâm dünyasının yarıya yakın kesiminde “emirü’l-mü’minîn” unvanıyla on yıl kadar halife olarak hüküm sürmüştü.
Hasan Sabbâh bu aşamada kilit isimdir. Tam ismi, el-Hasen b. Alî b. Muhammed b. Ca‘fer b. el-Hüseyn b. Muhammed b. es-Sabbâh el-Himyerî er-Râzî (ö. 518/1124) dir. İmâmiyye Şîasının önde gelen alimlerinden olan babası özellikle felsefî ilimler, kelâm, mantık, fıkıh ve riyâziyyât sahasında iyi bir eğitim almasını sağladı. Daha sonra İsmâiliyye mezhebine geçti. Bu sırada Fâtimî-Abbâsî çatışmasının yanı sıra İran’da Nizârî-İsmâilî Devleti kurmaya çalışmış, Tuğrul Bey de siyasal olarak bununla mücadele ederken, teolojik olarak da Sünnî düşünceyi güçlendirmek için Nizamiye medreseleri kurmaya başlamıştı.
Not: gelecek yazıda Kültürel Savaş Merkezleri: Fâtımî Dârü’l-Hikme Ve Abbâsî Beytü’l-Hikme hakkında bilgi verelim
Abbâsî dönemini iyi anlamak için yine Sâsânî geleneğinden gelen (Budist ve Zerdüşt öğretilerinin takipçileri olduğu da iddia edilen) Bermeki ailesinin Abbâsîler devrinde başta vezirlik olmak üzere çeşitli makamlarda bulunma süreçlerini takip etmek gerekir.
Hâlid b. Bermek (92/710- 165/781), İslâm devleti hizmetinde Bermekî ailesinin ilk temsilcisi ve bu ailenin bir hânedan haline gelmesini sağlayan kişidir. Üç halife zamanında çeşitli görevlerde bulunmuş ve daima itibar ve nüfuzunu korumuştur. Bermekîler İran asıllı idiler. Arapçı bir siyaset takip eden Emevîler’e karşı hazırlanan ve başarıyla sonuçlanan Abbâsî ihtilâlinde İranlı unsurun rolü çok büyüktür. İhtilâlden sonra bir süre devletin çeşitli kademelerinde İranlı unsurun nüfuzu açıkça hissediliyordu. Halife Mansûr bu nüfuzu kırmak için Ebû Müslim’i öldürttüyse de istediği hedefe ulaşamadı. Çünkü Bermekî ailesi siyasî gücün yanında büyük bir malî güce de sahipti.
Görüldüğü üzere Abbâsî halifeleri el-Müktefi (902-908) (ve el-Muktedir (908-932) döneminde Budist, Zerdüşt ve Şiî-İsmailî dinî tasavvurları, Arap-Sünnî kültürel yapıya bir tehdit olarak görülüyordu. Nitekim Zerdüştiler 928 yılında İran’da yönetimi ellerine geçireceklerine inanıyorlardı. İsmâilî öğretiyi benimseyenler (Aleviler) 920 senesinde Horasan’ın başlıca şehirlerini işgal etmişlerdi. Karmatîler gibi Zerdüştiler de bir Sahibu’z-zaman’ın zuhur edeceğine inanıyordu. Hala “Kainat İmamı” vb ifadelerin hala geçerli akçe olarak sunulduğunu görüyoruz.
Yerli Müslüman halk da Eşres b. Abdullah (727-729) döneminde netleşen ama Kuteybe b. Müslim (/86705) döneminden itibaren halka karşı yaptığı insafsızlık ve zulme varan ağır baskılar dolayısıyla başkaldırdığını, düşündüğümüz zaman coğrafyanın siyasî ve kültürel karmaşası daha iyi anlaşılır.
Bu bilgiler ışığında Abbâsî Halifelerinin Şiî Büveyhîlere karşı daha önce (Sünnî) Gaznelilerden de yardım istemelerinin gerekçesi daha iyi anlaşılabilir. Malum olduğu üzere 945 yılında Büveyhoğulları Bağdat’ı işgal ettikten sonra Halife Müstekfi’yi (944-946) azlederek yerine Mutilillah’ı (946-974) halife ilan etmiştiler. Yeni halife, Büveyhoğullarının elinde bir kukla konumuna gelmişti. Büveyhîlerin etkisiyle zaten hilafet dinî ve siyaseten yani hükümet olarak iki ayrı kurum gibi olmaya başlamıştı. 1055 yılında Abbâsî halifesi el-Kaim Biemrillah (1031-1075) Büveyhoğullarından kurtulmak için Büyük Selçuklulardan yardım istedi. Sultan Tuğrul Bey’de bu isteği kabul etti ve onları Büveyhîlerin sultasından kurtardı. Abbâsîlerde Tuğrul Beyin siyaseten yöneticiliği kabul etiller, adına hutbe okutturulup, sikke bastırıldı.
Emevîler döneminde Halife Mervan b. Hakem ve oğlu Abdülmelik zamanında Ebû Bekr Abdullāh b. ez-Zübeyr b. el-Avvâm el-Kureşî (ö. 73/692)’in daha faziletli olduğunu söyleyenler onun dinî anlamda halife olduğunu söylemeleri malumdur. Babası aşere-i mübeşşereden Zübeyr b. Avvâm, annesi ise Ebû Bekir’in kızı Esmâ Abdullah b. Zübeyr İslâm dünyasının yarıya yakın kesiminde “emirü’l-mü’minîn” unvanıyla on yıl kadar halife olarak hüküm sürmüştü.
Hasan Sabbâh bu aşamada kilit isimdir. Tam ismi, el-Hasen b. Alî b. Muhammed b. Ca‘fer b. el-Hüseyn b. Muhammed b. es-Sabbâh el-Himyerî er-Râzî (ö. 518/1124) dir. İmâmiyye Şîasının önde gelen alimlerinden olan babası özellikle felsefî ilimler, kelâm, mantık, fıkıh ve riyâziyyât sahasında iyi bir eğitim almasını sağladı. Daha sonra İsmâiliyye mezhebine geçti. Bu sırada Fâtimî-Abbâsî çatışmasının yanı sıra İran’da Nizârî-İsmâilî Devleti kurmaya çalışmış, Tuğrul Bey de siyasal olarak bununla mücadele ederken, teolojik olarak da Sünnî düşünceyi güçlendirmek için Nizamiye medreseleri kurmaya başlamıştı.
Not: gelecek yazıda Kültürel Savaş Merkezleri: Fâtımî Dârü’l-Hikme Ve Abbâsî Beytü’l-Hikme hakkında bilgi verelim
FACEBOOK YORUMLAR