18 Nisan 2019 gece yarısı otele yerleştik, ama yolda uyuduğum için bir dolaşayım dedim, çünkü buralarda yemekler kebap türünden ve saat 23 de yedik, gezip sindirmek şart. Bir de burası hem felsefe açısından önemli, çünkü İbn Sina Buhara’ya yakın bir köy olan Afşana’da doğdu, babası buranın yöneticisi, iyi bir eğitim alıyor v e genç yaşta tıp ilminde ilerleyince, Buhara Emiri Nuh b. Mansur’u tedavi ediyor. Ve karşılık olarak maddiyat yerine kütüphaneden istifade etmeyi talep ediyor. Büyünce de Harezm bölgesine geçti, eğitimine orada devam etti.
Türkistan-Türkiye İrtibatının Kilit Noktası: Buhara
Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmanın pozitif ilimler açışındın örnek aldığı, Biruni, Harezmi gibi âlimlerin yetiştiği yer, bir de Selçuklu tarihi açısından mühim. Buhara’nın gözden kaçan veya unuttuğumuz ikinci bir önemli boyutu var, aslında varoluşumuz açısından ilki de diyebiliriz. Zira Osmanlı’nın son dönemindeki maddi ve manevi yardımları, İslamcılık ve/ya Halifelik kurumunun işlevsel kılınmasıyla 1914 yılında verilen cihat fetvasının İstanbul’dan sonra okunduğu yer burası. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşa olan katkıları ve 1921 Sakarya Meydan Savaşının kazanılmasıyla birlikte fetvanın okunduğu Kalyon/Kelân camiinde bu sefer de şükür namazı kılınmıştı. Yani Türkistan ve Türkiye irtibatının maddi ve manevi yeri olmayı daim korumuş Buhara şehri.
Süleyman gezer hocam ve birkaç arkadaş daha yürüyerek önce Leb-i Havuz denilen ferahlık bir yere geldik. Yanında Nadir Divan Beyin bir hanım için yaptırdığı harika bir ev var. Yanında Bedreddin diye kafe olarak kullanılan bir büyük bir mekân var. Leb-i havuz içinde Nasrettin Hoca eşeğe düz binmiş bir heykeli var, öyle gözüküyor ki bütün Türkistan bir şekilde Nasreddin hocaya sahip çıkıyor. Yürüyerek çarşı içinden geçip Pay-i Kelân denilen büyük bir meydan da oldukça kalın ve yine aynı isimle Kalyon veya Kelân diye isimlendirilen minaresi var.
Kelan Meydanı ve Mir Arap Medresesi
Mir-i Arap medresesini ve 9 m çapında 45 metre yüksekliğindeki minare 13 kuşaktan oluşuyor ve hepsinde süslemeler ve ayetler farklı. Bu camiyi, minareyi ve medreseyi hemen görmek istedim, çünkü Osmanlı 1914 yılında I. Dünya savaşına girince İslam dünyasının yardımını almak için cihat-ı mukaddes ilan edildiğine dair fetvayı bütün dillere çevirtmiş, İstanbul’dan sonra ilk burada okunmuş. Osmanlı dağılmış, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve 1921 yılında kazanılan Sakarya zaferinin ardından şükür namazı yine bu camide kılınmış, demiştik. Buhara Şeybani devletinin parçalanmasından sonra Emirlik olmuş, 1920 da Buhara Cumhuriyeti ilan edilmiş, İstiklal savaşında kullanmak üzere para yardımı ve manevi olarak üç kılıç gönderilmiş. Birisi M.Kemal Paşa’ya, ikincisi İsmet İnönü’ye, 3. Kılıç ise İzmir’e giren subaya verilmesi istenmiş, bu Yüzbaşı Şerafettin diye bir subaymış, mevlam rahmet eylesin bütün şehit ve gazilerimize.
Mir Arap medresesinin önemi, Sovyetler Birliği dönemi de dahil olmak üzere sürekli eğitim ve öğretim kesintisiz devam etmesinden kaynaklanıyormuş. Hemen yakınında Abdülaziz ve Ulug Bey medreseleri bulunuyor. Mimarisi, mukarnasları ve çinili duvarları ile buralar yüzyıllardır eğitim ve öğretimin merkezi olmuş, sanat ve mimari şaheserleri olarak gözlerimizi kamaştırıyor.
Gece 01 sıralarında kimse de yok, biz birkaç fotoğraf çekip, Leb-i Havuzdaki Bedreddin isimli kafe lokantaya uğradık, orada limon, yeşil çay ve bal karışımı Taşkentsi (sanıyorum böyleydi) denilen özel çaydan içip otele döndüğümüzde 02 olmuştu. Otelimiz de bir başka güzel, ilk defa bir Han’dan çevrilmiş otelde kalıyoruz, hafif rutubet var ama olsun, değer.
Muhammed Nakşibend’in Kabri
19 Nisan 2019 sabah kahvaltıyı yaptıktan sonra doğrudan el de iş, kalpte zikri ve Allah sevgisini nakış gibi işlediği için olsa gerek Şah-ı Nakşibendi diye isimlendirilen ve bütün İslam dünyasından ziyaretçileri bulunan şehre 10 km uzaklıktaki “Arifan” denilen mevkideki anıt mezara geçiyoruz. Yesevi’den sonraki ikinci ana tasavvufu yapının kurucu alim ve arifi. Türkistan’dan Türkiye’ye Hindistan’a kadar yaygın bir sufi yapı. Kabrin etrafı harika, mavi ve yeşil ağırlıklı altın yaldızlı süslemelerden oluşuyor. Muhammed Bahaüddin Buhari’nin kabrinin bulunduğu mekana yine mavi çinilerle kaplanmış muazzam bir çerçeveye, sırlı tuğlalar arasına harika desenler işlenmiş ahşap kapıdan giriliyor, dut ağacı altındaki üzeri açık kabrinin etrafında insanlar dua ediyor.
İçerde bir de müze var, oraya da girdim ve fotolar aldım. Rahmetli Özal’ın cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesinin ziyaret resimleri var, müzede. Türkiye’nin buralara epey yardım ettiğini biliyoruz. Türk yetkililerin Özbekistan ziyaretlerinde burayı ziyaret ettiğini bütün kamuoyu biliyor. Sanırım bunda "Nakşibendî tarikatının Ahmet Yesevi geleneğinin bir kolu olarak değerlendirilen İskender Paşa cemaatinin Türkiye’de “görünmeyen üniversite” işlevi görmesinin etkisi var.
Bir Tarikat Olmaktan Öte: Nakşibendilik
Türkiye’de Milli görüş geleneği, Necmettin Erbakan ve Sefene-i Evliya-i Ebrar adlı eserin bir kısmını incelediğim lisans bitirme tez hocam M.Esat Çoşan, Turgut Özal ve kardeşleri ile Ak parti sürecini tahlil etmek için Nakşi geleneğin İskender paşa cemaatinin 1980 yılı sonrasındaki gelişimi, hangi gruplara/vakıflara ayrıldığı akademik açıdan incelenirse Nakşi dergahına olan ilgi anlaşılabilir.
Abdülhakim Arsavi’yi önemseyen Türkiye (Hüseyin Hilmi Işık) Grubu da bu bağlamda Nakşilik içinde değerlendirilebilir. Günümüzde oldukça yaygınlaşan Menzil ve Aziz Mahmut Hüdayi vakfı (Altınoluk/Erenköy grubu) gibi Nakşi grupların yine siyasal iktidara yakın duruşları ve seçimlerde alenen tavırlarını belirtmeleri, İsmail Ağa grubundaki olaylar ayrıntılı çalışıldığı zaman “devleti bir soba gibi görüp, yakın durursan yanarsın, uzak durursan donarsın deyip mesafeli bir tavırda insan yetiştirmeyi, el emeği ile geçinmeyi, kalbi zikr ile donatmayı öncelemesi gereken yapıların artık siyasi ağırlıkları olan iktisadi-dini birimlere dönüşmesinin nedenleri aydınlanabilir.
Bunlara bir de DİB ve İHL’ye uzun süre mesafeli duran, Milli görüşü ve oradan ayrılan Ak Parti gibi siyasal yapılardan uzak duran, diğer merkez sağ partilere yakın duran Süleyman Hilmi Tunahan grubunun dini ve siyasi duruşları dikkate alınmalıdır. Çünkü Bahâeddin Nakşibend’in halifelerinin çoğu “Türk şeyhleri” diye anılan Yesevî meşâyihiyle irtibat halindeydi.
Mevlana Halid Bağdadi ve Nakşi Öğretisindeki Dönüşüm
Burada soru şu; temelde bir Türk tarikatı, bir süre sonra Yeseviliğin yerini alıyor, ama özellikle Anadolu’da Eşari akaidi ve Şafii mezhebine göre amel eden Mevlana Halid Bağdadi üzerinden etkili oldu? Halk içinde Hakla beraber olmayı önceleyen Horasan Melametiliğinin ilkelerini benimseyen Nakşilikten nasıl böyle gösterişli yapılar çıktı? Ve Bunlar temelde Hanefi fıkhı ve Maturidi akaidini öncelerler ama Nakşi Halidiyim demelerinin tutarlılığı nedir?
Diğer bir ifadeyle, Hindistan bölgesinde İmam-ı Rabbani’nin müceddidlik misyonuna benzer bir durumu Ortadoğu’da gerçekleştirmeye çalışan ve temelde siyasal bir aktör haline gelen Mevlana Halid Bağdadi (ö. 1242/1827) çizgisini niçin takip etti? Özellikle merkez sağ partilerle iş birliği yapan ANAP ve AKP ile Milli Görüş çizgisine de yakınlaşan Nakşi gruplar, Mevlânâ Hâlid el-Bağdadî’yi Osmanlı’yı yeniden kurabilecek beceri ve bilgiye sahip bir şahsiyet, veya İslâm dünyasında Selahaddin-i Eyyubî’den sonra gelmiş en büyük ikinci Kürt şahsiyet olarak sunulmasına ne der ki acep? Tabii bu noktada bir şekilde bütün şeyhler gibi onun da kendisinden menkul Hz. Muhammed’de dayandığı (Hz. Osman üzerinden) söylenebilir.
Soruyu tekrarlayalım; 14 yy bir Türk tarikatı olarak kurulan Nakşilik 18. Yüzyılda Kuzey Iraklı bir Kürt aşirete mensup Halid Bağdadi tarafından nasıl bir Eşari itikadı, şafii mezhebi, nakşi tarikatı, müceddidi meşrebe dönüştü ve kendisini Hanefi/Maturidi diye niteleyen nakşi grupların otoritesi oldu?
Bu soruları Doğu Anadolu’da yaşayan aşiretlerden Zaza kökenli olup Nakşibendî tarikatının Hâlidiyye koluna mensup Palulu Şeyh Ali Sebtî’nin torunu olan Şeyh Said’in önemli aktörlerinden olan İsyan ve 31 Mart vakasında Şeyh Erdebili etkisi olup olmadığı bağlamında bir kez daha düşünelim.
Şeyh Said isyanının Musul’u kaybetmemek için yapılan çalışmalara nasıl sekte vurduğunu, dini kılıfının altında sosyo-politik gelişmeler bağlamında tezler ve karşı tezler sunularak araştırabilir diye cevap verilebilir. Önemli olan günümüzde Nakşi olduğunu söyleyen bazı yapıların Hanefi-Maturidi olduğunu iddia ederken kullandıkları selefi söylem, kılık ve kıyafetleriyle Türk, Kürt tanımlamasının da ötesine geçen bir Arap zihniyetine dönüştürüldüğü de gözlemlenmektedir. Takım elbiseli, kravatlı ve günlük tıraş olan bir Nakşi grubun (Süleymancılar) son acıkmalarında liderlerini nasıl Kureyşli ilan ettiğini görürsek, Nakşi yapılardaki Arap zihniyetinin baskın hale geldiği de söylenebilir.
Tarikatlar; Siyaset ve Kamu Yönetimi ile Uluslararası İlişkilerin İlgi Alanına Girmeli ve Araştırılmalıdır
Bunu salt İlahiyat ve burada da bir zamanlar Felsefe ve Kelam bölümü içinde olan sonra Temel İslam bilimleri diye bir bölüm oluşturarak kelam, mezhepler tarihi ve tasavvufu buraya alarak felsefe ile olan irtibatını azami oranda kesmek için yapılan tasnif bünyesinde üretilen çalışmalarda bu analizlerin sıhhatli yapılmayacağı da ortadadır. Bu konuların siyaset bilimi ve kamu yönetimi bölümlerinde de araştırılması, yönetici yetiştirilen yerlerde, dinin bu boyutunun tarihsel temelleri, değişim ve dönüşümleri, uluslararası etkilere açık olması gibi hususların akademik olarak yapılması, ilahiyat fakültelerinin felsefe ve din bilimleri bölümündeki çalışmalarla paralel götürülmesi daha verimli olacaktır kanaatindeyim.
Bu bağlamda 15 Temmuz 2016 tarihinin bir dönüm noktası olduğu gerçeğinden hareketle, İslam felsefesindeki ekoller meselesinde İhvanu’s-Safa’nın kapalı yapısını, Risaleleri okuma süreçlerini, buraya katılımların nasıl yapılacağını ve meliklik aşamasından meleklik aşamasına nasıl geçildiğini, Gazzali’nin Fatimi-İsmaili ve Selçuklu mücadelesinin teolojik arka planını okumak için sufi ve batini yorum arasındaki farkı ve İbn Arabi’ okuyoruz İslam Felsefesi Tarihi bağlamında. Ahmet Yesevi’nin itidalli perspektifinin yüzyıllar sonra nasıl dönüştürüldüğü ve ahir zaman şeyhlerinin dini nasıl araç haline getirdiğini makalelerle vurguluyoruz. Zira kronolojik tarih okumalarımızı sistematik olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluşunun tarihsel temellerini anlamak ve günümüzde yaşanan sorunlara çözüm önerileri üretmeye katkı yapmak temel “kaygı”mızdır.
Türkistan coğrafyasının her yerinde TİKA vasıtasıyla Türkiye’nin katkısını görmek, yöneticilerimizin buraları ziyaret etmesi buralarda gönül dostluğunu pekiştirmiş. Biz de dualarımızı ettik ve otobüsle çok yakındaki bir türbeye daha ziyaret ettik. Öğle yemeğini leb-i havuz yanındaki bir lokantada yiyip, yakında bir camiye giderek Cuma namazını kıldık. Küçük sade bir mescitti burası. Son sünnette kılınıyor burada. Tekrar lokantada birleşip gece ziyaret ettiğimiz Kalan/ Kelân Meydanı’na ulaştık, rahat rahat yeniden gezdik.
Buhara Çarşısı ve Leb-i Havuz
Meşhur Cuma mescidini de gezdik, burası revakları, süslemeleri ile muhteşem bir ibadethane. Ardından Millet çarşıya kuyumcu pazarı da denilen Tagi zargoran’a dağıldı. Kuyumcular, kumaşçılar ve sahaflar çarsı şeklinde tasnif edilmiş, dört kapı rüzgara açık yerlere yapılar bir nevi klima ortamı sağlanmış çok sıcak yaz günleri için. Alış veriş sonrası akşam yemek vaktine kadar leb-i havuzda oturduk, Nadir Bey’in yaptırdığı Hanaka medresesine bakarak dondurma yedik ve rehberimizle sohbet ettik, Emir Timur ve Yıldırım Beyazıt üzerine.
Hayat Ağacı Önemli
Nadir Bey’in divan medresesi’nin kapısındaki hayat ağacı, insan, güneş ve bitki figürlerine dikkatimizi çekti. Anka veya simurg diyebileceğimiz kuşun pençesinde geyiğe benzer bir hayvan figürü dikkatimizi çekti. Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak projemizin hareket noktası olan İlimlerin Sayımı adlı eserin kapağının Hayat Ağacı olduğunu, derslerde simurg ve Anka kuşundan sürekli bahsettiğimizi ve Martı ile felsefe okumalarına başladığımız malumunuzdur. Buralarda figürleri görünce Aygün ve İclal hocalarımla kendimize olan güvenimiz daha arttı doğrusunu söylemek gerekirse. Lokantada buluştuk yeniden. Otelin yanında küçük bir mescit varmış, orada yatsıyı kıldık ve istirahate çekildik, yağmur da yağdığı için herkeste bir rehavet vardı zaten.
Ürgenç
20 Nisan 2019 sabahı Ürgenç’e doğru yola çıktık, Karakum çölünü Esat Arslan hocamla sohbet ederek geçtik ve ikindi vakti şehre ulaştık. Türkmenistan sınırına geldik sayılır. Kızılkum ve Karakum çölleri arasında kurulu, Ceyhun yani Amuderya’nın rahmet ve bereketiyle yeşillenmiş, kaliteli pirinç üretimi yapılan yerler burası.
Ürgenç’in bir diğer isminin daha doğrusu Araplar tarafından Cürcaniye diye isimlendirildiğini hatırladığımız Seyyid Şerif Cürcani ve Tarifat adlı eserinden aşinalık oluştur. Aslında şehir kadim, Amu derya yani Ceyhun ırmağının kenarında Harezm bölgesinin en önemli yerlerinden.
Hive hanedanlığında “Bay” sıfatını taşıyan kişilerce yönetilmiş yıllarca. Hemen Otele yerleşip, yakındaki bir lokantada yemek yedik. Ardından gece Hive şehrine hareket ettik. Yağmur altında da olsa topraktan şaheserlerin bulunduğu şehrin sokaklarında dolaştık. Tabii çok heyecanlıyız çünkü Harezm çalışmalarımız açısından son derece önemli. Harezmi’nin en önemli eserinin tercümesini bitirdi Aygun ve İclal hocamlar. İlaveten Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma’nın pozitif ilimler açısından önemli olan el-Biruni’nin de burada yetişmiş olması bizim açımızdan son derece önemli.
İslam Medeniyetinin Zirve şehirlerinden Hive
Yaklaşık bin yıllık, özgün hali önemli oranda korunan, büyüleyici bir şehir burası. Sabah 21 sularında geldik ama Pazar günü olduğu için çok kalabalık. 150 bin som, yani 120 tl civarında burada turistlere oldukça pahalı gezmek, ama değer hakikaten. Şehirde bir çok mekân var, İçan yani İç kale’ye Ata Darvaz yani kapıdan giriş yapıyoruz.
Camiler, medreseler, hanlar, oteller hepsi özgün halini koruyor, hanlar içinde alış veriş mekanları var, tam bir açık hava müzesi gibi. Buraları görünce Firuze yani turkuazın niçin Türk rengi olduğu da ortaya çıkıyor, çünkü özgürlüğün simgesi olarak gördüğüm mavi çiniler her tarafta. İçerde Hiva hanının yazlık ve kışlık sarayı, yine yazlık ve kışlık mescitlerin ahşap işlemeleri tarif etmek mümkün değil, gidip görmek gerek.
Büyük ve yeniden bakım ihtiyacı olan Cuma mescidi ve en önemlisi de Kalta Minor yani Kısa Minare denilen şaheseri görünce insan şaşırıp kalıyor. İki katlı ve iç kısmında bir avlu ve su kuyusu bulunan bugün otel olarak kullanılan Muhammed Emin Han Medresesi’nin hemen önünde masmavi çiniler ve sarı sırlı tuğlalar la dikilmiş bütün ihtişamıyla. Bir de ondan çok da büyük olan İslam hoca camii var, yeşil kubbesiyle, minaresi ise beyaz, turkuaz-mavi ve sarı çinirle süslenmiş 57 metre olup şehrin en yüksek yeriymiş. 9.5 metre tabanı, gittikçe inceliyor tabiki, buraya çıkmak ayrıca ücretli, çıkan da bin pişman olmuş, çok zorlanmışlar. Türkistan’ın en büyük medreselerinden olan Muhammed Rahimhan’da dini ilimlerin yanı sıra matematik ve astronomi alanlarında eğitim verilmiş ve önemli uzmanlar yetişmiş.
Cuma Mescidi
İki bin kişinin aynı anda namaz kılabileceği büyüklükteki 212 ahşap sütun üzerine kurulu camideki işlemelere hayran olmamak mümkün değil. Zaten ahşap işlemeli kapıdan girdiğinizde büyüleniyorsunuz. İçeride hiçbir sütün diğerine benzemiyor ve birbirini kapatmıyor. Herkes imamı görebiliyormuş. Ortasında küçük bir havuz ve şadırvan var, zaten Cuma mescidi olmanın bu şartı varmış, tepe de aydınlanma için bir açıklık bırakılmış. Köhne ark denilen saray, bir duvarla iç kaleden ayrılmış, minaresi yine yeşil, turkuaz ve sarı çinilerle bezenmiş.
Artık iyice yorulmuş bir halde, saray gezisine bir çoğu katılmadı, avluda dinlendik. Bu arada Kalta Minar hemen yanında Özbek halk oyunlarını seyrettik, yorgunluğa çok iyi geldi. Sanatçılar misafirleri de davet ediyor, Aygün hocam Özbeklere çok benzediği için ona yöneldi ve davet etti, ben de iyi oynar, gençtir deyince, bana yönlendirdi, ben de çıktım, bir dolandım sahnede onunla, millet gülmekten kırıldı yani, o kadar iyi oynadım dermişim.
Ardından Ürgenç’e otele geçtik. Akşam yemeğinde bir sürpriz yaptık, Tuba Şener hocam ve rehberimiz Muzaffer’in yardımıyla büyük bir pasta yaptırdık akşam yemeği sonrasında bütün arkadaşlara ikram için. Çünkü yoldaşım, maddi ve manevi destekçim Meryem’in doğum günüydü ve Türkistan’da tatlı kültürü yok, böylece harika ziyaretimizi tatlı bir şekilde nihayete erdirelim diye düşündük. Kutlamaya diğer masalardaki Özbek kardeşler de katıldı, onlara da pasta ikramı yapıldı.
22 Nisan 2019 günü saat 06 Taşkent’e uçtuk, oradan taksilerle sınır kapısına geldik, geçişleri yaptıktan sonra öğle üzeri Çimkent’e ulaştık. Yemek yedikten sonra Havaalanına geçtik. İstanbul ve oradan da Çorum’a ulaştık, şükürler olsun.
Gezi notlarını düzenlerken Çorum’daki kadim dostlarımızla görüşeyim dedim, Bit pazarına gidiyoruz dediler, atlayıp oraya ulaştım. Oktay Abi ve Abdullah Amca ile gezerken bir de baktım küçük taş bir fil; hemen satın aldım, Emir Timur’un hatırası olarak.
Bu satırları okuyanların ve oralara gitmek isteyenlerin dileklerini kabul etsin Rabbim, çünkü hakikaten görülmesi gereken yerler.
FACEBOOK YORUMLAR