“Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” projemizi Muallim-i Sani Fârâbî ile başlatıyoruz; çünkü o, felsefeyi asli yurduna geri getiren kişidir. Bundan kastım Muallimi evvel Aristoteles’in Büyük İskender’in katkısıyla edindiği kültürel birikimi antik Grek felsefesini dünya çapında “Helenistik Felsefe”ye dönüştürmesi gibi, Fârâbî’nin de bu birikimi Hz. Muhammed’in getirdiği son ilâhî form (şeria) bağlamında okuması ve Hakikat Mektebinin temsilcisi olmasıdır. Başlık, bizim 1997’de konuyla ilgili farklı analizleri içeren makalelerden oluşturduğumuz kitabın adı. (Fecr Yayınevi, Ankara:19972011, 2017; 414.s) Bu seri yazı, kavramsal kargaşanın hâlâ devam ettiğinin ve neticede bir arpa boyu yol alamadığımızın da işareti aslında. Soruşturmada (Yetkin Düşünce, 5/20, 2022) bana yönlendirilen ikinci soru şöyleydi: Tarihselcilik kavramının farklı kültür havzasında doğmuş olması bizim o yöntemi kullanmamıza engel midir? Günümüzde çokça kullanılan (daha çok da olumsuz bir yafta olarak) tarihselcilik konusunun hakkıyla tartışıldığını düşünüyor musunuz? Buraya gönderdiğim cevaba bir iki ilave yaparak sizlerle paylaşayım, müsaadenizle. Tarihselci-evrenselci gibi gerekli bir öteki konumuna düşmek istemem işin doğrusu. Çünkü yıllardır yapılan tartışmalar da gösteriyor ki, itidalli bir bakış açısına ulaşmamız zor. “Farklı kültür havzasında doğmuş kavramsallaştırmalar” ne demek? Yukarıda tarihsicilik-tarihsellik ve evrensellik kavramlarına dair “Gerekli bir öteki konumuna düşmeden insanlığın birikimini Hz. Muhammed (sav)’in getirdiği sistem bağlamında yeniden nasıl okuyabiliriz?” sorusunun cevabını aradığımızı ihsas ettirdim sanırım. İlk sorunun cevabında (Bir Nefes Felsefe 26) bahsettiğim üzere, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak” projemizi Muallim-i Sani Fârâbî ile başlatıyoruz; çünkü o, felsefeyi asli yurduna geri getiren kişidir. Bundan kastım Muallimi evvel Aristoteles’in Büyük İskender’in katkısıyla edindiği kültürel birikimi antik Grek felsefesini dünya çapında “Helenistik Felsefe”ye dönüştürmesi gibi, Fârâbî’nin de bu birikimi Hz. Muhammed’in getirdiği son ilâhî form (şeria) bağlamında okuması ve Hakikat Mektebinin temsilcisi olmasıdır. Dolayısıyla biz “farklı kültür havzasında doğmuş” ibaresine çekinceli yaklaşıyoruz ve insanlığın birikimini mevcut durumu anlamadaki yeri ve önemine bakıyoruz. Nitekim Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunuşu adlı çalışmada Pakistan ve Ziyaü’l-Hak deneyimini Fazlur Rahman’ın kaleminden verdik 1997 yılında. Yani bölgenin ve İslam dünyasının modernizm ve tarihsellik bağlamında en önemli âlimlerinden olan Fazlur Rahman’dan hareketle önce “Modernitenin İslam üzerindeki tesiri nedir?” sorusunun cevabını aradık. Sonra onun çözüm önerilerine dair makalesini verdik. Seçtiğimiz yazısı o ülkenin önde gelen gazeteci kültüründen olan Mevdudi’nin nasıl Fazlur Rahman’ın ülkesinden istenmeyen adam konumuna düşürdüğünü gösteriyor aslında. Ardından Kur’an’ın muhafazakâr ve liberal anlaşılması üzerinde duran yine aynı bölgeden bir akademisyenin tutumunu sunduk. Daha sonra bunların bir eleştirisini yapan gelenekselci bakış açısını verdik. Şimdi sorunuza gelelim. Yabancı bir kültür havzasından bahsediyorsunuz, İslam Felsefesine Giriş kitaplarında da “Yabancı Kaynaklar” diye bölümler koyuyorlar. İster isim, ister sıfat olarak alın Hz. Âdem’den itibaren ismini bildiğiniz veya bilmediğiniz seçkin zekâlar vasıtasıyla Tanrı’nın vahiyler gönderdiğini söylediğinizde “Yabancı Kültür Havzası” nereler olur ki? İbn Rüşd’e rahmetler olsun, ondan hareketle Hz. Muhammed (sav)’e kadar ki süreci ister peygamberler tarihi, ister felsefe tarihi, ister hikmetler birikimi olarak okuyun, farklı zaman ve mekânlarda farklı dillerde, farklı kavimlere gönderilen ilâhî mesajları mukayeseli ve analitik okumalar yapmaktan söz ediyoruz. Haniflik ve şer’u men kablena da diğer teknik terimlerimiz. Şimdi “ ‘Şer’u men kablena’ ifadesi tarihsicilik-tarihsellik-evrensellik kavramlarıyla nasıl okunabilir?” diye soralım. Yahut da “Yürürlükten kaldırıldığına veya yürürlükte bırakıldığına dair delil bulunmayanlar’ anlamındaki “Şer’u men kablena” terimi nasıl tahlil edilir?” Çünkü özellikle fıkıh ilminde dinî bir delil olarak kabul edilen “şer'u men kablenâ” teriminin, mutlak hakikat anlamında bütün dinlerde rastlanan “hikmet” veya “ulûmü'l-evâil” tabirleriyle eş anlamlı olarak kullanılması da söz konusudur. Bu nedenle biz, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırma” okumaları derken Türkistan’dan getirdiğimiz temel kültürel kodlar (Hanefi fıkhı, Mâtürîdî Akaidi ve Yesevi Ahlakı) ile Anadolu’da bulduğumuz kadim medeniyetlerin verilerini yeniden üretmenin imkânını araştırıyoruz. Dolayısıyla birinci soruda (Bir Nefes Felsefe 16) cevapladığım gibi Karl Popper, T.S. Kuhn, M. Foucault ve Gademer ve tasavvurları, günümüzü anlama sürecinde önemli ve bunların bakış açılarını müzakere ediyoruz. Tarihsiciliğin Sefaleti denildiğinde Karl Popper akla gelir zaten. “Tarihin bir anlamı var mı?” diye sorarız ve onun Açık Toplum ve Düşmanları adlı kitabının bir bölümünü müzakere ederiz. Ama asıl önemli olan, yani bu tartışmaların tarihsel boyutunun ülkemizdeki İlahiyat kültürü ve geçirdiği aşamaları açısından Subhî Mahmasânî,’nin hükümlerin değişmesi meselesine dair yazısına kitap içerisinde yer vermemizdi. Çünkü bu metinde farklı zaman ve mekânlarda ortaya çıkan sorunları aşmak için hükümlerin ve içtihatların değişmesine dair örnekler bulunmaktadır. Özellikle Halife Ömer b. Hattab’ın ve diğer yöneticilerin uygulamalarına çok atıf yapıldığı için bu metin önemli. Hanefi hukukçu İmam Ebu Yusuf, Maliki Hukukçu İmam Karâfî ve Hanbeli Hukukçu İmam Necmüddîn et-Tûfî örnekleri de var, eser içinde. Tarihsellik tartışmalarıyla doğrudan ilgili olması nedeniyle et-Tûfî’nin nas ve maslahat makalesinin çevirisini yayımlayarak konuyla ilgilenenler ilk kaynağa ulaşmasını sağladık. İlginç olan tarihselci olduğunu iddia eden ve sürekli bu makaleye atıf yapan şahıslar, bu çeviriyi görmezden geldiler. Seyyid Bey’in fikirlerini söylerken bile sanki sürekli özgün metinden konuşur gibi yaptılar, oysa söylediklerinin metinle ilgisinin olup olmadığı Arapça bilmeyen okurun mukayesesine sunulmadı. Makalenin İngilizce çevirisini yapan arkadaş gördü ama bizdeki tarihselci geçinenler görmedi bu çeviriyi ve kitabı. Bu örnek bile içinde yaşadığımız bilinçlilik durumunu gösterir. Bu ironik durumu belirttikten sonra kitapta buradaki bahsettiğimiz kavramsal kargaşayı, “Tarihsicilik ne, tarihsellik ne ve evrensellikten ne kast edilir?” diye soran geniş bir telif makaleye yer verdik. Sonraki baskılarda Muhammed Arkun üzerinden İslam aklının eleştirisini daha doğrusu Müslüman aklın geçirdiği evreleri inceledik. Bize göre Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu ıslahatçı İslam aklı, vefatının ardından kısa süre içinde tekrar Arap aklına dönüştürüldü ve günümüzde bu tartışmalar bu aklın ortaya koyduğu veriler üzerinden gidiyor. Emevî dönemiyle başlayan bu süreç, Abbasi döneminde biraz farklılaştı ve Arap olmayan (Acem) Müslümanların İslam kültürüne olan katkısı artmaya başladı. Bermeki ailesiyle birlikte bir Fars aklı aydınlanma dönemi, ardından resmi olarak bana göre 1055 tarihinden I. Dünya Savaşı’na kadar İslam dünyasında Türk aklı ve Müslümanlık tasavvuru hâkim oldu. Arap dünyasında Türklerin görülmesi Tolunogllari 868 yılı ile başlayıp İhşidîler (Ahşidiler) Hanedanlığı ile devam etti. İhşid teriminin Sogd ve Fergana emirlerine de verilen unvan olup, Mu‘tasım-Billâh döneminde Fergana’dan gelip Abbâsîler’in hizmetine giren bir Türk ailesine mensup olan Muhammed b. Tuğç, Halife Râzî-Billâh’tan ihşîd unvanını aldığını (326/938) biliyoruz. Aslında Mısır’da 875-905 yılları arasında hüküm süren Tolunoğulları devleti, Abbasi Halifeliği sınırları içerisinde kurulan müstakil ilk Türk devleti olarak tarihe geçti. “Tolunoğullarından sonra Fergana kökenli askerî bir aileden gelen İhşidîler hanedanı ortaya çıktı ve 905 yılından 969 yılına kadar Mısır ve çevresini yönettiler. 1187 Eyyubiler, kölelikten imparatorluğa Baybars Memlukler 1260, Osmanlı Yavuzla 1517 başlayıp 400 yıl 1917'e kadar devam ettiğini biliyorsunuz zaten. Bizim Türkiye Cumhuriyetinin devşirdiği kültürel mirasın Selçuklu-Osmanlı devletleri olduğunu söylememizin nedeni de Türklerin bin yıl kesintisiz süren hükümranlığının son kalesi olmasından dolayıdır. Bilindiği üzere XI ve XII. yüzyıllarda ise Orta Doğu’ya Türk akını Selçuklular vasıtası ile gerçekleşmiştir. Selçuklu devletinin kurulmasında esas rolü oynayan Oğuzlar, XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren topluluklar halinde İran, Irak, Anadolu ve Suriye’ye doğru yayılmışlar. Bu yüzden, 1040 yılında kurulan Büyük Selçuklu Devleti, Türklerin Orta Doğu hâkimiyeti sürecinde önemli bir yer tutmuştur. (637). Ayrıca Selçuklular ve Eyyubîler zamanında Irak ve Mısır’da kalabalık bazı Oğuz-Türkmen boylarının buraya yerleşmiş oldukları tarihçe de sabittir. Peki, bu yazıyla ne alakası var mı dediniz, duyamadım, çok alakası var. Siz İslamiyet’in çağdaş sorunlarını müzakere etmede kullanılan tarihsellik-evrensellik kavramlarında Türklerin konumundan bahseden birini gördünüz mü? Yüzyıllarca İslam dünyasının büyük bir kısmına hükmedecekseniz, farklı zaman ve mekânlarda ortaya çıkan fikri-siyasi-iktisadi sorunları çözümlemek için uğraşacaksanız ama hiç adınız geçmeyecek öyle mi? Arap Akademik camiada geçmemesinin sebepleri malum, belirli sürelerle aralarında yaşadım, peki Türk akademisyenlere ne demeli? En azından Ziya Gökalp’in “içtima-i usul-ü fıkıh” öğretisi var mesela. İzmirli İsmail Hakkı da ona ciddi eleştiriler yönelterek, hukuk usulündeki yenilenmenin klasik esaslar çerçevesinde yapılacağını söyler. Tarihsellik tartışmalarında bu hususlar yer alır mı? Yetkin Düşünce’nin ilgili sayısını daha görmedim, umarım orada vardır. Eğer tarihsellikten kasıt buysa, üç akıl ve ortaya koyduğu Müslümanlık tasavvurlarını mukayeseli okumak son derece önemli. Biz, Çorum İlahiyat Fakültesinde Arap, Fars ve Türk aklının belirli tarihsel dönemlerde etkin kıldığı Müslümanlık tasavvurlarını mukayeseli okuyoruz. Türk Aklının ortaya koyduğu tasavvur derken de Türkistan-Horasan merkezli okumaları da kalkış noktası olarak görüyoruz, tarihsici bir bakış açısıyla bugüne taşımıyoruz. Aynı şekilde whiggsci/modernist bir tarzda mevcut verili durumu mutlak olarak alıp Arap-Türk-Fars aklının ortaya koyduğu Müslümanlık tasavvurlarını okuyup, “aslında bizde de vardı” diye cümleler de kurmuyoruz. Hukuk ve fıkıh ayrımına dikkat edip, farklı zaman ve mekânlarda sorunlara çözüm üretilme çabası olan içtihatları bilmek farklı, onları yüzyıllar sonrasına aynen taşımak ve mutlaklaştırmak farklı diyoruz. Türk Müslümanlık Tasavvurunda Hanefi fıkhı ve Mâtürîdî akadini de kalkış noktası olarak alıyoruz, hükümlerini mutlaklaştırarak günümüze taşımanın doğru olmadığını söylüyoruz. Alanımız felsefe olduğu için tekrara düşme pahasına tarihsici-tarihselci ve evrenselci okumaya oradan örnek verelim, müsaade buyurursanız. • Tanrı’nın evreni nasıl yarattığını açıklamaya dair olan sudur öğretisinin Gazzali tarafından tekfir edilen yorumunu tarihsici okumak örneği olarak görüyoruz. • Sudur öğretisini dönemin Batlamyus teorisi bağlamında açıklama tarihsel okuma örneği olduğunu söyleyerek tarihsicilik ile tarihsellik arasındaki farka dikkat çekiyoruz. • Sudur öğretisini kötülük sorunu bağlamında okumayı evrensel okuma çabası olarak olarak görme imkânı üzerinde duruyoruz. Yani Tanrı'nın adil, iyi olduğunu, dış dünyadaki kötülüklerin iyiliklerin yokluğundan ortaya çıktığını söylemelerine dikkat çekiyoruz. Hakk’ın ve Hayr/İyiliğin bilgisinin birlikte olmasıyla yani teorik bilinçlenme ve buna uygun davranılmasının da kıyamete kadar geçerli/evrensel olduğu tezini savunduğunu söylüyoruz. Özetle; Müslüman filozofların özellikle Fârâbî ve İbn Sina’nın faal akıl kavramıyla fizik ve metafizik irtibatı kurma sürecini günümüz felsefesi açısından okuyup onların nübüvveti etik politik bir sistemin merkezi haline getirme tarzına dikkat çekiyoruz. “Alimler peygamberlerin varisleridir.” sözü bağlamında “Yaşadıkları zaman ne dediler ve ürettiği fikirler, buldukları çözüm önerileri günümüze bir şey diyor mu?” diye soruyoruz. Dolayısıyla olumlu ya da olumsuz tarihselcilik tartışmalarına girmeden “tinsel bir anlama” çabasındayız. Önümüzdeki hafta “Tarihselci yorumun Kur’an’ı devre dışı bırakmaya yönelik bir çaba olduğu şeklindeki değerlendirmelere katılıyor musunuz?” sorusunu müzakere edelim, inşallah… Ve teşekkür; Prof. Dr. Halis Ölmez ve Nalan Emektar hocalarıma. Ölmez hocam, lütfetmiş şöyle bir mail göndermiş: “Muhterem Mevlüt Hocam, Mübarek Ramazan ayı hepimiz için hayırlara vesile olsun inşallah. Ana Haber Gazetesi'nde yayımlanmakta olan yazılarınızı dikkatle okuyor ve istifade ediyorum. Teşekkür ederim. Allah zihninizdeki açıklığı, kaleminizdeki kıvraklığı artırarak devamlı kılsın. Makalelerinizdeki cümlelerinizin daha akıcı ve etkili olması için, yazılarınızın son kontrollerinde, özne-yüklem uyumuna, bağlaç olan ki'lerin ayrı, ek olan ki'lerin bitişik, bulunma durum eki de ve da'ların bitişik, dahi anlamındaki yani bağlaç görevli de ve da'ların ayrı yazılıp yazılmadığına özen gösterilmeli, diye düşünmekteyim. Selamlarımla.” Bunun üzerine Türkçe öğretmeni ve Divanu Lugati’t-Türk hakkında bir tez hazırladığımız Nalan Emektar hocamla irtibata geçtim. O da son okumaları yapabileceğini söyleyince yukarıdaki metin çıktı. Esenliğiniz bol olsun.Tinsel Bir Anlama Çabası Olarak Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel Okunması
Takdim
Yabancı Kültür Havzası Ne Demek?
İslam Aklının Arap Aklına Dönüştürülmesi
Türk Aklı ve Müslümanlık Tasavvuru Nerede?
FACEBOOK YORUMLAR