Korona salgını dolayısıyla internet ortamındaki yayınlar çoğaldı.
Prof. Mustafa Kara “Tasavvuf Kültürü”nü anlatmaya devam ediyor.
Bunlardan onuncusu başlıktaki konuyu ele alıyor. (bkz. youtube. com/watch?v=v4hYW798V8U). Bu konuşmadan bir özet sunuyorum:
Tasavvuf kültürünün 1400 yıla dayanan bir uzak tarihi, bir de yakın tarihi var. Türkiye’de 1920’den 1925’e kadar tekkeler aleyhinde hiçbir şey yok. 1924 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kuruldu. Kuruluş kanununa göre Türkiye’deki bütün camiler ve tekkeler DİB’e bağlıdır. Yani bütün tekkelerin yönetimi, tarikatler, tasavvufi hayat Diyanet’e bağlandı.
Bu demektir ki tekkeler bir Cumhuriyet kurumudur.
Ocak 1925’te Doğu’da ve Güneydoğu’da Şeyh Sait İsyanı diye bilinen büyük bir patlama oldu. Hükümet bu işin faili olarak 2 kurumu gördü. İlki yeni kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. Bu muhalefet partisi kısa zamanda kapatıldı.
İkinci sorumlu kurum olarak tarikatler görülür. Tekkeler konusu ilk defa menfi olarak gündeme gelir. 1919’da şeyh efendilere mektup yazıp destek isteyen Mustafa Kemal, ilk defa 1925 Ağustosunda tekkeler aleyhinde cümle kurar. 1925 Aralığında tekkeleri kapatan kanun çıkar.
Böylece tasavvufi hayatla ilgili yeni bir dönem başlar. Düne kadar saygıdeğer olan insanlar bir anda büyük bir itibar kaybına uğrar. Düne kadar faydalı olan kurumlar artık zararlı sayılır.
Devletlerin böyle uygulamaları hep vardır. Devlet bir kurumla hesaplaşmaya girince o kurumun önceki bütün artılarını siler, bütün eksilerini ise dev aynasına koyar. 1826’da Yeniçerilik ve Bektaşilik kapatılınca aynı şey olmuştu.
Bu topraklarda bin yıllık geleneği olan, insanımızın gönül dünyasını yoğuran bu kurumların kapısı kapanıyor. Peki bundan doğan boşluk nasıl doldurulacak?
Büyük problem bu. Resmen kapanıyor ama bugünden düne bakınca öyle görünmez. Toplumun özellikle gönül alemiyle ilgili kesiminde karşılığı olan bir kurumu kapattık demekle iş bitmiyor.
Tarih buna şahit. Bu yüzden meselenin başka şekilde çözümü olmalıydı diye düşünüyorum. Bunları birilerine küfretmek niyetiyle söylemiyorum, böyle bir görevimiz yok.
Tekkelerin yerine alternatif bir kurum koymak gerekirdi. Bunun kolay olmadığı bir gerçek 1932’de Halk Evleri açıldı, sanki tekkelerin bıraktığı boşluğu dolduracaktı. Fakat ne mümkün. Halk Evleri elbette güzel faaliyetlerde bulundu, edebiyat, sanat ve kültür alanında iyi işler yaptı. Ama söz konusu boşluğu dolduramadı ve o boşluk 95 yıldır sürmektedir.
Zaman zaman tasavvuf ve tarikatlerle ilgili gündeme gelen haberler bunun şahididir.
1946’lara gelelim; II. Dünya savaşından sonra dünyada büyük değişmeler oldu. Bizde çok partili hayata geçildi, hafif yumuşama sonucu 1949’da günün hükümeti tekkeleri kapatan kanunun bir bölümünü kaldırdı. Böylece aynı kanunla kapatılan türbelerden 19 tanesi açıldı.
Ayrıca şark İslam klasikleri adı altında birçok kitap çevrilip basıldı. Bunların çoğu tasavvufla ilgilidir. Tamamen kurumuş olan tasavvuf kültürüne azıcık can suyu verildi.
1961 Anayasası’nda konuyla ilgili önemli bir gelişme dikkati çeker. Tekkelerin kapatılmasıyla alakalı kanun da “değiştirilemeyecek maddeler” arasında yer alır. Zaman zaman tekkelerin açılması gündeme gelince bu değişmezlik maddesine takılır.
Tekkeler yeniden açılır mı açılmaz mı, bilemem. Ama ben 40 yıldır açılması tezini savunurum. Zaman zaman medyaya yansıyan problemlerin azalması için tekkeler legal hale gelmelidir, derim.
Ama bilinmeli ki ilgili sorunların sıfırlanması diye bir şey yoktur. Tasavvufi hayat legal olunca her şey tozpembe mi olacak?
Hayır. Ama bugünkünden daha az sorun olacağı kesindir.
Tekkeler legal hale gelince herkes tarikate mi girecek? Hayır, bu mümkün değil. Zaten dine göre bir tarikate girmek zorunlu değil. Çok az bir insan tarikate girer. Osmanlı toplumunda da öyleydi.
Tasavvufi eğitimin bilfiil içine girenlerin yüzdesi azdı. Gene öyle olacak. Ama bunu insanlar gönül huzuruyla yapacak.
Bu ise çağdaş ifadeyle din, vicdan ve düşünce özgürlüğünün bir gereğidir.
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
http://www.mehmetdemirci.org/
FACEBOOK YORUMLAR