Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ekonomide ve hukukta yeni bir reform dönemi başlatıyoruz.” sözlerinin ardından “reform” sözü de yeniden gündeme girdi. Adalet Bakanı Gül’ün “Bırakın adalet yerini bulsun isterse kıyamet kopsun!” sözlerini de eklemek lazım.
Hal böyle olunca reform ihtiyacını doğuran sebeplerle neyin, nasıl reforme edileceği hususu birbirine karışır hale geldi!
Niyesini sorunca merhum Durmuş Hocaoğlu’nun şu sözlerini hatırladım: “Türkiye'nin en temel problemi, felsefesizlik krizidir. Nitekim, ülkemizdeki tartışma ortamının, büyük bir ekseriyetle, en temel özelliğinin, çok kalın çizgilerle felsefî derinlikten yoksunluk, sığlık olduğunu ileri sürebiliriz.”
Oysa Türkiye’nin karşı karşıya olduğu problemler ya da önünde duran potansiyel imkanlar, kendi tarihsel reform anlayışını önceleyen kapsamlı bir yaklaşımı kaçınılmaz kılıyor. Reform çabasını salt yatırım ve üretimi artırmak için yapsak bile ülkede azalan umut ve güveni tesis edebilecek bir derinlikte inşa etmek gerekiyor….Değilse çatlayan güven testisi sorunları daha da derinleştirecektir.
Yine Hocaoğlu’na göre “Tarihte 'ileriye gitmek' için zaman-zaman 'geriye dönüşler' kaçınılmazdır. Geriye dönüşler, Tarih'in en önemli ilerletici motorlarındandır. Rasyonel geriye dönüşler yapamayan toplumlar ileriye atılamazlar.”
Türk tarihine bakıldığında ise farklı dönemlerde etkisi değişen anlık ya da tedrici reform çabaları dikkat çeker. Bu süreçte başarılı hamlelerin ortak özelliği 3 önemli kolon üzerinde inşa edilmiş olmalarıdır. Değişimin dinamikleri (iç ya da dış), yenileşme (eskiden ders çıkarma) ve uyum sağlayabilme (ihtiyaç ve beklentilere)…
Örneğin vaktiyle bir toplum tek bir hakim güç tarafından yönetilirken tabiatın birden fazla güç tarafından yönetilebileceği düşüncesi çelişmekteydi. Dünyada Oğuzlar sosyal-siyasal görüşleri arasındaki bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için eşi benzeri görülmemiş bir reforma imza atmışlardı. Tek Tanrıcılığa geçişi sağlayan bu reformu Oğuz Kağan gerçekleştirmişti. Nazım Paşayev bu süreci şöyle tahlil ediyor: “Reform zamanı Oğuz Han hükümdarı olduğu kabilelerin eski dinî görüşlerine saygı ile yaklaşıyor ve onları her adımda göz önüne alıyordu. Tabii ki bu, insanların eski dünya görüşlerinden birdenbire ayrılamaması ile bağlantılıydı. Fakat esas sorun çözülmüştü: eski tasavvurlar tamamen reddedilmeyerek onlarda belli değişiklik yapılmakla iki tanrıcılığın yerine tek tanrıcılık getirilmişti. Âlem yine de iki dünyadan oluşmuş sayılıyordu, fakat artık aydınlık ve karanlık veya yeraltı ve yerüstü dünyalar gibi değil, sadece Gök ve Yer olarak biliniyordu.”
Dolayısıyla eski dönemlerde siyasal sistemler üzerinde gerçekleşecek reformların teolojik yaklaşımlarla uygun olması gerektiği sonucu çıkmıştı. Ayrıca bu felsefe, Türklerin İslamiyet ile tanışmasında benzerlikleri belirli bir uyum içerisinde alabilmesini kolaylaştırmıştı.
Yüzyıllar sonra Kutadgu Bilig’de devletin etkinliği ve verimliliği açısından vazgeçilmez kaideler de şu maddeler halinde aktarılıyordu: Adalet-Hukuk, Güvenlik-Asayiş, Ekonomi-Parasal İstikrar…
Bu tespitler ışığında bugün gerçekten bir reform isteniyorsa, günlük/yüzeysel çabaları bir tarafa bırakıp yönetim sistemini ve felsefesini öz bağlamına oturtacak bir alt sistemler değişikliği masaya yatırılmalıdır. Ekonomide, eğitimde, hukuk ve adalet alanında…
Ve iktidarıyla, muhalefetiyle şu gerçeği idrak etmek zorundayız ki; devlette sistem ve töre kişilerin üzerindedir. Kişilere matuf düzenlemeler kişilerin hatalarıyla koskoca sistemleri çökertebilir. Aksayan ve kendi içinde bir tür kısır döngüye giren mevcut yönetim sisteminin bahsettiğim ilkesel tutumla irdelenmesi en akılcı yol olarak belirmektedir.
Kaynak: Habertürk gazetesi
FACEBOOK YORUMLAR