Türk Dünyası bölgedeki gelişmelerle birlikte Türkiye’nin gündeminde daha fazla yer bulmaya başladı. Türk dili konuşan ülkelerin çatı kuruluşu olan Türk Konseyi’nin Türk Devletler Teşkilatı adını almasıyla birlikte beklentiler de yükseldi. Bu birlikteliğin yeniden gün yüzüne çıkardığı potansiyel imkanların kimi ülkeleri rahatsız etmesine şaşırmamak gerek.
Zira önemli olan buna hazırlıklı olmak, güçlü kalmak ve duruma göre alternatif güzergahları işlevsel kılabilmektir.
Türkiye’de geniş kesimlerin bu konunun önemini kavraması ve aykırılık teşkil etse de katkı sağlayıcı görüş ve öneriler ortaya koyması çok önemli.
Bu çerçevede siyasetin ayrıştırıcı değil birleştirici yönlerini önemseyen birisi olmakla birlikte sağ/sol ayrışmasının ülkedeki etkisini hissetmemek mümkün değil.
Türk Dünyası konusunda da bu ayrışma ve konumlanma uzun zamandır gözlemlediğim bir gerçek.
Bu gerçeği bir kez daha düşünürken yaklaşık 100 yıl önce olan bitenlerin etkisi irdelenmeye değerdi...
Çok fazla konuşulmadığını düşündüğüm "Prometeciler" örneğinden yola çıkarak bu ayrışmanın temellerine ilişkin belirli bakış açısını aktarmak katkı sağlayabilir.
Promete, 1926-1938 arasında Paris’te kesintisiz çıkan bir derginin adı. Dergide çıkan yazılar çoğunlukla SSCB’ye ilişkin olmakla birlikte temel olarak Türklük bilinci ve Türkler arasındaki dayanışmadan söz edilmekteydi. Türkiye’den çıkan makaleler de önemli bir yere sahipti.
Yazarlar bir dergi etrafında toplanmalarının dışında pek çok ulusu temsil eden bir tür örgütlenme meydana getirmişlerdi. En büyük özellikleri Bolşevik karşıtı olmaları, Nazizmin yanında saf tutmamaları ve farklı yerlerde antikomünist gördükleri güçlerle ittifak yapmalarıydı. Zeki Velidi Togan, Mehmet Emin Resulzade, Mustafa Çokay, Ayaz İshaki, M.Mirza Bala, Battal Taymas... Sürgün koşulları ilerledikçe bu grubun içerisinde yer alanların önemli bir kısmı Türkiye’ye yerleştiler.
Türk milliyetçiliğinin zaman içerisindeki önemli temsilcileri haline gelen bu kalemlerin en büyük dezavantajı dış Türklere ilişkin ortaya koydukları fikir ve hedeflerin SSCB için kolay bir propaganda malzemesi haline dönüşeceği yönündeki ön kabuldü. SSCB’nin propaganda sistemi bu hazneden süzülen eylem ve görüşleri dünya nezdinde bir tür kınama ve yaftalama için kullanmak şeklinde cereyan ediyordu. Hatta karşıda yeknesak ve sistemli bir dayanışma da olmadığı için Türk halklarının birbirlerine gösterdikleri ilgi ve alaka bile bu kategorinin içerisine dahil edilebiliyordu.
Bu süreçte ve günümüze yansıyan şekliyle irdelediğimizde Türk Dünyası alanındaki gelişmeler ve birlik çalışmaları genellikle sağ siyasetin çok daha ilişki kurduğu bir fotoğrafı sunuyor. Bunda uzun yıllar süren iktidarların da etkisi olmakla birlikte yaklaşık 100 yıl önce başlayan bir düşünsel/sezgisel konumlanmanın da etkileri göz ardı edilemez.
Buna temel olmak üzere Etienne Copeaux’un 90’lı yılların başında kaleme aldığı bir makalede (Prometeci Hareket) dikkatimi çeken bir görüşü paylaşmak yerinde olacaktır. En çok dikkat çeken de Pantürkist görünme korkusunun yol açtığı etkilere yönelik değerlendirmesiydi. Şöyle diyor yazar: “Bu korku sonuç olarak “Dış Türkler” konusunda sol bir çözümlemenin sol bir söylemin oluşmasını engellemiştir. Kemalizm de SSCB ile dostluğa öncelik verdiği ve bu sorunu suskunlukla geçiştirdiği için konuşan yalnızca sağ olmuştur. Sol bu alanı tümüyle sağa terk etmiştir.”
Burada aslında Atatürk’ün ileriye dönük gerçekleştirmek istediği Türk Dünyası projesinin ölümüyle birlikte akamete uğradığını hatırlamak lazım. Değilse Atatürk'ün ikinci evredeki politikaları pek muhtemel ki Prometecilerin ana kulvarında gelişecekti.
Bu görüşün bir başka uzantısı da yazar tarafından şöyle beliriyor: “O dönem “Türk Kardeşler”in SSCB alanına sahi olduğu görüşü belirgindi. Bundan dolayı Türkiye’ye gelip yerleşen Prometeciler kendilerini dinleyecek kimse olarak sadece milliyetçi sağı buldular.”
Ve bir başka çarpıcı yaklaşım da şuydu: “SSCB 1917-1990 arasında gölgesini Türkler arası dayanışma sorunu üzerine olduğu kadar Türk milliyetçiliği üzerine de düşürecektir.”
SSCB’nin artık var olmadığı bir dünyada böylesine bir Türkçülük ekseni nereye evrilecektir?
Tabii ki her zaman için, (bugün bile) yukarıda bahsedilen döneme benzer şekilde Türk Dünyası arasındaki ilişkilerin bir tür korkuluk haline getirilmek istendiğini göz ardı etmemeliyiz.
"O halde nasıl bir strateji?" diye soruyorsanız...
Öncelikle Dış Türklerin bağımsız ve egemen bir hayat sürmesi, aralarında dayanışmanın derinleştirilmesi ve uzak vadede her alanda bütünleşme hedefinin Türkçülük yaklaşımının özünde var olduğu vurgulanmalıdır.
Bununla birlikte Türk Dünyasını bir uzlaşma iklimi ve ortaklaşma zemini olarak görmek ve iç siyasi süreçlerden sıyırarak genel kabul çizgisinde sürdürmek gerekiyor. Ve Atatürk’ün soğukkanlı, kapsayıcı, akılcı ve zamana dayalı inşa etme stratejisini devreye koymak. Tüm kesimlerin sürecin içerisinde yer alabilmesi hem Türk dünyasının geleceği hem de makul siyasetin kendisini gösterebilmesi için önemli bir nokta.
FACEBOOK YORUMLAR