Türk dış politikasında geleceği etkileyen bazı kırılma dönemleri vardır. Bunlardan biri Atatürk’ün Cumhuriyetin ilanı sonrası attığı adımlar bir diğeri de SSCB’nin dağılmasıyla birlikte o kısa süreçte yapılan ya da yapılamayanlardır. Aslında her iki dönem açısından da ortak noktalar, katkılar/eksik yanlar dikkat çekmektedir. Bu aralıklar iyi incelendiğinde bugün Türkiye’nin sorunlarını nasıl azaltılabileceğine yönelik tespitler ortaya konulabilmektedir. Bu kapsamda bugün sizlerle paylaşacağım önemli tecrübe Moldava sınırlarında yer alan Gagauz Özerk Yeri'ne (Gagauzya/Gökoğuz) ilişkin Türkiye’nin adımlarıdır. Geçen hafta Antalya’da yapılan Diplomasi Forumu’nda da yer alan Gagauzya Cumhurbaşkanı İrina Vlay’ı artık pek çoğunuz tanıyorsunuz. Kulağındaki bozkurt işlemeli küpeleri de bir tesadüf değil elbette. Gagauzların ilk bayrağında da Kurt başı vardır. Gagauzlar ne Rum ne Bulgar ne Romen ne Selçuklu Türklerinin soyundandır. Onlar, Uz Türkleri, Oğuzların soyundandır. Konuyu derinlikli şekilde anlayabileceğimiz en güncel çalışma 1991 sonrası ilk diplomatik temsilcimiz olan Büyükelçi Ender Arat’ın “Moldova-Gagauziya Anıları" adlı kitabıdır. Kitapta büyükelçi Arat’ın yaşadıkları, tarihi diyalogları ve bilinmeyen kimi hususlar aktarılıyor. Büyükelçi Arat oldukça zor bir dönemde, imkansızlıklar içerisinde Kşinev’de Başkonsolusluk açma çalışmalarına başlıyor. Bir otel odası tutuluyor, sekreter ve zaten az sayıda olan diğer personeller de bir başka odada göreve başlıyor. Ender Bey Dışişleri'nin o sıra 1991 sonrasındaki gelişmelere hazır olmadığının görüldüğünü de vurguluyor. Oysa birazdan aktaracağım Atatürk döneminde çok daha büyük temeller atılmış. İki yıllık görev süresince pek çok şey başarıyor Büyükelçi Arat ama bana kalırsa en önemlisi büyük bir ustalık ve titizlikle Gagauzlar ile Moldova yönetimi arasında ciddi bir barış köprüsü kurması. Kitaptaki bu süreci özetlemek gerekirse Arat belli bir zaman sonra neredeyse tüm mesaisini iki konuya ayırıyor. Moldova ve Gagauz bölgesine Türk iş adamlarını getirmek diğeri de o günlerde yasal statüsü henüz belli olmayan Gagauzya’nın Moldova anayasasında yerini almasını sağlamak. Zira Gagauz tarafında hemen her ilçeyi dolaştığı tarihlerde yaklaşan seçimlere Gagauzlar’ın katılmayacağını, boykot edeceklerini duyuyor. Bunun üzerine Gagauzların meclis başkanı ile görüşüyor. Kararlı olduklarını görünce çok endişeleniyor. Fakat o sırada Stefan Topal’dan bu sert tutumun o sırada ülkeyi dolaşan Cumhurbaşkanı Mircea Snegurûn oraya gelmesi ve haklarına sahip çıkması için yapıldığını öğreniyor. Yoksa seçim sandıkları hazırlanmış bile. Bunun üzerine Büyükelçi Arat Cumhurbaşkanı Snegurun ile bir şekilde görüşüyor, nazikçe ve diplomatik bir dille durumu aktarıyor. Kısa bir süre sonra da Cumhurbaşkanı oraya gidiyor ve zincirleme bir şekilde Gagauz Yeri Özerk Cumhuriyeti ortaya çıkıyor. Bu arada Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in girişimlerini de atlamamak gerek. Bu yaklaşımda bir yandan Gagauzları korurken bir yandan da Moldova’nın içişlerine karışmama ve meseleleri o ülkenin kendi koşullarında çözebilme iradesi net bir şekilde görülüyor. Atatürk’ün de yaklaşımı böyleydi. Romanya’ya büyükelçi olarak tayin ettiği Hamdi Suphi Tanrıöver’in görevi oradan insanların Anadolu’ya göçlerinin engellenmesi ve Gagauzların hak ve hukuklarını elde ederek koruyabilecekleri bir ortam meydana getirilmesiydi. Kitapta bu döneme de geniş bir yer ayrılıyor. Tanrıöver kısa zamanda Romanya’da ve Gagauzlar nezdinde büyük bir sevgi uyandırıyor. Romen hükümeti nezdinde girişimde bulunarak 26 Gagauz kasaba ve köyünde Türkçe öğretim yapan okul açtırıyor. Buralara Dobruca Türklerinden ve Dobruca’daki “Mecidiye Müslüman Semineri” mezunlarından öğretmenler tayin ettiriyor. Hatta Türkiye'den de 80 ilkokul öğretmeni ve Türkçe ders kitapları getirtiyor. Oradan 200 öğrenci buraya getiriliyor. Sovyet işgalinin ardından burada kalan öğretmenlerin tamamı “casus” suçlaması ile Sibirya’daki toplama kamplarına gönderilmişler. Sadece bir kişi dönebilmiş. Necip Hablemitoğlu’nun da söz ettiği Ali Kantarelli. Tanrıöver'in güvenilir kişiliği sayesinde Romen hükümeti, kendi vatandaşı olan Müslüman ve Hıristiyan Türklerle ilgilenilmesine, okullarına ve eğitimlerine müdahale edilmesine, ana dilleriyle eğitim yapmalarına karşı gelmek bir yana, yardımcı bile oluyor. Hamdullah Suphi’nin Gagauzlara ne kadar düşkün olduğunu belirtmek için anlatılan ilginç bir olay var: “Tanrıöver bir gün Gagauz köylerini gezerken, otomobili çamura saplanmış. Gagauzlar koşup yetişmişler ve arabayı itip çamurdan kurtarmışlar. Ama ellerinin çamuru otomobilin üzerinde, camlarında kalmış. Büyükelçi günlerce bu çamur lekelerini temizletmemiş. Temizlemek isteyenlere de ‘Onlar, Gagauz kardeşlerimin el izleridir, bırakın kalsın, silmeyin’ diyormuş”. Bu tarihi süreç 17 Ekim 1933’te “Türkiye–Romanya Dostluk, Saldırmazlık, Antlaşması”nı getiriyor. Çalışmada o tarihlerde Ankara’ya gönderilen iki rapordaki cümleler dikkatimi çekti. Köstence Konsolosu M. Ragıp, 14.10.1930 tarihli ilk raporunda, “Romanya’nın Besarabya ve Dobruca kıtalarında, Bulgaristan’ın Varna Sancağı’nda (Gagauz) denilen küçük bir kısım halk vardır ki ana dili Türkçe, mezhebi de Hıristiyan Ortodokstur” diye yazıyor. Varna Konsolosu ise, 12.3.1932 tarihte ilginç bir öneride bulunuyor: “Bu Hıristiyan Türkler memleketimize celbettikleri ve aynı nesilden olan Anadolu Türkler ile ihtilatları temin olunabildiği taktirde, Oğuz neslinden bir kütlenin Bulgarlaştırılmasının önüne geçilmiş olmakla beraber neslimize, dolayısıyla tarihimize pek büyük bir hizmet ifa edilmiş olunur.” Bir Gagauz aydınının, o dönem bölgeyle ilgili rapor hazırlayan Yaşar Nabi Nayır'a söylediği şu sözler ise Türk devletinin büyük potansiyeline işaret eder nitelikte: “…Ah, bilseniz neler söylemek istiyorum. Bizim gözlerimiz geçen yıl açıldı. Geçen yıl bize bir Türk, “kardeşlerim” diye seslendi. O güne kadar biz öksüzdük. Şimdi göğsümüzü kabartarak bütün dünyaya bağırabiliriz: Biz Türk’üz! Biz Türk’üz! Öksüz değiliz. Bizim de anamız var, bizim de babamız var. Anamız Türkiye'dir, babamız Atatürk. Kardeşlerimiz 20 milyon Türk’tür.” Tabii bu imkanlar ancak soğukkanlı, objektif ve çok yönlü diplomasi anlayışıyla sağlanabilir. Yine sayın Arat’ın şu sözleri ile tamamlayalım: “Geleneksiz, protokolsüz, hafızasız devlet olmaz. Hariciye, Türk Devleti’nin en kritik hafızasıdır." Şimdi Gagauzya’da sessiz sedasız tamamlanmış olan sembolik ama bir o kadar anlamlı bir projeyi sizlerle paylaşmak isterim. Birileri bu tür işleri adeta şova dönüştürürken birileri de yüreğini, emeğini ortaya koyuyor! Kendilerini Türk milliyetçiliğine adamış olan bir grup idealist insan salgın koşullarına rağmen burada çok başarılı bir kütüphane inşa ettiler. Komrat Üniversitesi’nde kullanılamaz durumdaki bir mekanı bilgisayarlarla kurulu modern bir kütüphane haline getirdiler. 6 ay içerisinde tamamlanan kütüphaneye Alparslan Türkeş ismi verildi. Merhum Türkeş'in Bozkurt işaretini ilk oradan gelen bir heyet sonrası yaptığına dair bilgiler de mevcut...Kütüphanenin tepesinde Bilge Kağan’ın şu sözü yazıyor: “Ey TÜRK! Üstte mavi gök çökmedikçe, Altta yağız yer delinmedikçe, Senin ilini ve töreni kim bozabilir! Titre ve kendine dön!” Yer Gagauzya olunca sosyal medyada gördüğüm resimler anında dikkatimi çekmişti. Projenin mimarı ise uzun zamandır tanıdığım arkadaşım Afşin Efkarlıoğlu idi. Kendisiyle konuştuk. Gagauz Başkanı İrina Vlah ile bir sohbetleri sırasında bu fikir ağzından çıkmış. Saltuk Buğrahan Budak ve bazı arkadaşları ile işe koyulmuşlar. Tabii gerek ismi gerekse imkanlar sebebiyle bazı sıkıntılar da olmuş. Ancak günün sonunda ortaya çıkan iş örnek teşkil edecek türden. İrina hanım da hemen teşekkür mektubunu kendilerine göndermiş. Şimdi Uzunköprü’ye şehit Saadettin Manga adına bir Kütüphane kuruyorlarmış, sonra Azerbaycan’a... İşte yıllar önceki o idealist insanlar bu topraklarda hiç bitmez, bitmeyecektir de!
Gagauzya’da Alparslan Türkeş Kütüphanesi...
FACEBOOK YORUMLAR