Yüksek öğrenim yüksek mi öğretiyor?
Psikolojinin başlangıcından beri gelişim önemli bir konudur. Bu sebeple psikoloji bilimin içinde gelişim psikolojisi adıyla ayrı bir dal oluşmuştur. Gelişim psikolojisinin başlangıcında odağı, tabiatıyla, bebekler ve çocuklardı. Bebekler için Spock, hem bebek hem çocuklar için Piaget, önde gelen isimlerdi.
Ben, mesleğim icabı bebek ve çocuktan ziyade yetişkinlerin gelişimiyle ilgilendim. Şimdi hesapladım, üniversite hocalığına başlayalı 54 yıl olmuş.
Yetişkin gelişimi, insanlarda bebek ve çocuk gelişimi kadar ilgi uyandırmıyor. Öyle ya, bebeğinizin, çocuğunuzun gelişmesi baş meselenizdir. Koca koca adamların ne gelişmesi olacak? Hâlbuki yetişkin gelişmesi de ilgimizi çekmeli. Sonuçta yaşantımızı asıl etkileyenler yetişkinler değil mi? Memleketin siyasetini, ekonomisini ve gençlerin eğitimini yetişkinler, hatta yaşlılar yönetiyor.
Yetişkinlerin gelişmesindeki aşamaları inceleyen Kegan’ın görüşlerini daha önce anlatmıştım: Burada ilgili yazı için tıklayınız.) ve burada (ilgili yazı için tıklayınız.). Son günlerde, doğrudan üniversite öğrencilerinin entelektüel gelişimini ele alan, William Perry adlı bir başka araştırmacı keşfettim. Kitabı, ta 1968’de yayımlanmış: Forms of Intellectual and Ethical Development in the College Years: A Scheme. (Üniversite Yıllarında Entelektüel ve Etik Gelişim: Bir Şema). Kitabı ele geçiremedim. Başka bir kitaptaki (James M. Lang, On Course, 2008) geniş özeti nakledeceğim.
Üniversite öğrencilerinin geçtiği aşamalar
Perry 1950’den başlayarak Harvard ve Radcliffe’teki öğrencileri incelemiş. O tarihte Harvard erkek, Radcilff de kız kolejidir. Araştırmasının bir bölümünde, öğrencilerin dört yıllık üniversite tecrübelerini kapsayacak şekilde, 84 öğrenciyle 464 ayrıntılı görüşme yapmış.
Perry, üniversiteye yeni başlayan öğrenciler, düalisttir diyor. Yani iki’ci… Bir şey ya siyahtır ya beyaz. Ya doğrudur ya yanlış. Üniversite eğitimi onlara, siyahla beyaz arasındaki gri tonları gösterir. Bazıları bu yeni anlayışın etkisinde bunalıma girerler. Üniversite eğitiminin öğrencinin elinden tutup çekmesi gereken bu ikinci aşamaya Perry, relativism, görece’cilik diyor. İzafiyet…
Perry’nin şemasındaki iki’cilik, gerçekçi olmayan bir dünya görüşü. Fakat görece’cilik de yaratıcı, entelektüeller doğurmuyor. Relativizm, öğrenciyi rahatlatıyor. O da doğru, öteki de… Yaşasın, o hâlde benimki de doğru. Neden olmasın? Sonuçta her renge giren bir bukalemun oluyor. Bir hoca şöyle mi dedi… “Hakkı âliniz var efendim.” Öbürü başka bir tez mi öne sürdü: “Yerden göğe haklısınız efendim.” Böyle yanar döner bir tip hayatta da başarılı olabilir, diyor yazar. Fakat topluma yararlı olamaz.
Kendi değerlerine ve kanaatine bağlanma
Üniversiteden beklenen, öğrenciyi düalist ve relativist aşamalardan hızla geçirip üçüncü platforma taşımaktır. Bu aşamada öğrenci, grilerle dolu bir dünyada kendi değer hükümlerini verecek ve kendi doğrularını keşfedecektir. Perry, “Kendi değer hükümlerine ve doğrularına bağlanma.” diyor. Bağlanma yerine “kendini vakfetme” de diyebiliriz. Kullandığı kelime, “commitment”. Sonra hemen ilave ediyor: Vakfedecek etmesine de yeni öğrenecekleriyle, gözleyecekleriyle bu bağlılık sorgulanabilir ve gerektiğinde değiştirebilir. Fakat değerlendirme ve karar kişinin kendisine ait olacaktır.
Pek güzel, pek âlâ. İşte doğrular ayağımızın altına serildi. Benimseyip onlarla ukalalık edelim diyebiliriz. Fakat hangi aşamaysa, sorular bir birini izliyor: Hayatı boyunca test çözerek ilerlemiş bir genç hangi aşamaya daha kolay uyar dersiniz? Şüphe yok ki düalistliğe. Öyle değil mi? Size bir soru soruluyor ve cevap diye dört veya beş şık veriliyor. Her bir şık ya doğrudur ya da yanlıştır. Şıklardan birinin yüzde elli doğru, öbürünün kırk, bir başkasının da yüzde on doğru olma ihtimali var mıdır?
Soru çözmek mi konuyu anlamak mı?
Ben orta öğrenimdeyken kutu karalama henüz icat edilmemişti. Bol bol yazar, çizerdik. Çok saygın İTÜ’nün giriş sınavı bile kurşun kalemle yazıp çizerek, hesaplayarak cevap vereceğiniz birkaç sorudan ibaretti. Ben ilk kutulara 1966 yılında Ege Üniversitesi ve ODTÜ sınavlarında rastladım. Evet, her üniversite kendi sınavını yapardı.
O zamanlar kutu karalamazdık ama öğrenmeye kutu karalama kafasıyla yaklaşan arkadaşlarımız vardı. En yüksek gayret isteyen ders geometriydi. Geometriye iki türlü çalışabilirdiniz. Birincisi, kitabınızda bulunan ve hocanın tahtada anlattığı çözümleri ezberlemek. Diğer yol, gerçekten olan biteni anlamaktı. Başlangıçta ezber daha kolay görünürdü. Ezberleyen bir saat çalışırsa anlamaya çalışan iki saat kafa patlatır, her soruyu yeni baştan çözerdi. Fakat birkaç hafta sonra ezberlenecek sorular dağ gibi yığılınca ezberciler “Eyvah!” derdi.
Bunlar lisede okuma ve üniversiteye giriş aşamaları. Kendi hesabıma üniversitede öğrenmekten büyük keyif aldığımı, “Hah işte bu!” dediğimi söyleyebilirim. Artık hedef belliydi. Neyi niçin yaptığımızı, soruları niçin sorduğumuzu biliyorduk. Daha güzeli kendimiz soruyorduk.
Hâlâ böyle midir? Yoksa kutu doldurtarak birçok genci sonsuza dek düalist mi yaptık?
İskender Öksüz
https://millidusunce.com/yuksek-ogrenim-yuksek-mi-ogretiyor/
FACEBOOK YORUMLAR