Demokrasinin olmazsa olmazı: Kuvvetler ayrılığı
Çağdaş demokrasilerin temeli kuvvetler ayrılığına dayanır. Yürütme, yasama ve yargı organlarının birbirlerinden bağımsız olmaları ve ama birbirlerini dengelemeleri ve denetlemeleri (check and balances) esastır.
Kuvvetler ayrılığına dayanan sistemlerin dışında kuvvetler birliğine dayanan sistemler de vardır. Bunun iki türlüsünü görmek mümkündür:
Birincisi yasama ve yürütme yetkisinin, yürütme organının elinde toplanması şeklindedir. İkincisi ise yasama ve yürütme yetkisinin yasama organının elinde toplanmasıdır (Meclis Hükümeti Sistemi). Hatta bazen yasama organı yargı yetkisini de üzerine alabilmekteydi. Bunun tipik örneği Birinci Meclis’in İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de üzerine almasıdır.
Meclis Hükümeti sisteminin genel olarak olağanüstü ve sorunlu dönemlerde uygulandığı görülmektedir (İstisnası bunu kısmen uygulayan İsviçre’dir). Meclis Hükümeti sistemi, 1792-1975 yılları arasındaki Konvansiyon Meclisi’nde (Fransa) ve 1920-1923 yıllarındaki Birinci Meclis’te (Türkiye) uygulandı. 1921 Anayasasına göre yasama ve yürütme yetkisi TBMM’de toplanmıştı. İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de dolaylı olarak elinde bulunduran Birinci Meclis, kuvvetler birliği sistemini bilinçli olarak benimsemişti. Bunun felsefi ve kuramsal temellerinin olduğu şüphesizdir. Atatürk’ün Russo’dan mülhem olarak dile getirdiği kuvvetler birliği meselesinin tarihsel referans noktası da Fransız Devrimi’ndeki Konvansiyon Meclisi idi. Ayrıca yakın dönem Türkiye/Osmanlı tarihindeki deneyim de bunu zorunlu kılmaktaydı. Çünkü yürütme gücünü elinde bulunduran II. Abdülhamit yasama organı olan parlamentoyu feshetmişti. Vahdettin ise 1918 ve 1920’de iki kez parlamentoyu dağıtmıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde de İttihatçılar -özellikle 1912 sonrasında- parlamento üzerinde sıkı bir denetim kurmuşlardı. Tüm bunlardan ders çıkaran Birinci Meclis, kendi üzerinde hiçbir güç tanımadığı gibi kıskanç bir şekilde bütün gücü elinde toplandı. Bu haliyle durum aslında -Tarık Zafer Tunaya’nın deyimi ile- bir tür “meclis diktatörlüğü” idi. Tunaya, bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Diğer bir neden de doğrudan doğruya Meclisin bir şahsın istibdadı altına girmemesi inancıdır. Bütün kuvvetleri kendinde toplamış olan Meclis, bu hususta çok kıskançtır. Bu görüşe sahip olanlar, eleştirilerini doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya yönelttiler ve karşısında muhalefeti oluşturdular.”
Dışarıya karşı bağımsızlık, içeriye karşı egemenlik savaşı yürütülürken hızlı karar alınabilmesi açısından Meclis’in kuvvetler birliği ilkesi çerçevesinde gücü elinde bulundurması son derece doğaldı. İlave olarak Meclis’in egemenliği kayıtsız şartsız elinde tutması, kendini Padişah-Halife’nin üzerinde konumlaması, ona devrimci bir nitelik de kazandırıyordu. Nitekim saltanatın kaldırılmasıyla başlayan devrim süreci bunu teyit etmektedir. Ancak yine de devrimleri yapmak kolay olmadı. Meclis’in gücü ve tavrı karşısında Mustafa Kemal Paşa devrimleri bölerek/parçalara ayırarak, zamana yayarak gerçekleştirme yoluna gitti. Saltanat ile Halifeliğin ikiye ayrılarak kaldırılmasının nedenlerinden biri kamuoyunu hazırlamaksa bir diğeri de Meclis’i hazırlamaktı. 1924 Anayasa görüşmeleri sırasında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi konusunda Meclis’in direnç göstermesi karşısında da kademeli bir sürecin benimsendiği görülmektedir. 1926’da Medeni Kanun ile hukuk önünde eşitlik sağlandı, ardından kadınlara 1930’da belediye seçimlerinde ve 1934’te milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Tek parti döneminde Meclis’in ağırlığı sistemde hep var olsa da Meclis üzerinde CHP egemenliği söz konusuydu. Bu durum DP döneminde de DP’nin egemenliğine dönüştü. Üstelik çoğunluk sistemin sağladığı ezici üstünlük var olan zayıf demokratik kültürü daha da tahrip etti. DP’nin Meclis’te sağladığı ezici üstünlük, DP liderlerinin ezici üstünlüğüne dönüşünce artık yasamanın yürütmeyi kontrol etmesi değil, yürütmenin (Bayar/Menderes) yasamayı kontrolü ve etkisizleştirmesi söz konusuydu. İlave olarak DP’nin Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nu kurması –komisyona muhalefetten temsilci alınmaması- ve komisyona yargı yetkisinin verilmesi (hapis, parti kapatma, gazete kapatma…), yürütmenin gücünü daha arttıran uygulamalardı. Aslında mantık olarak Tahkikat Komisyonu’nun İstiklal Mahkemeleri’nden bir farkı yoktu. Ancak hem kurtuluş, kuruluş ve devrim dönemi bitmiş, hem de demokrasi dönemi başlamıştı. Bu dönemin ruhuna uygun bir uygulama değildi Tahkikat Komisyonu… Üstelik Birinci ve İkinci Meclis’ler (1920-1927), çok daha sıkı bir denetim mekanizmasına sahiptiler. 1950’lerdeki gibi yürütmenin güdümünde değillerdi.
CHP tek parti dönemi boyunca kuvvetler birliği sistemini savundu. Nitekim parti programlarında da bunu ifade etti:
CHF Programı (1931) 3. Maddesinde, “Devletin esas teşkilatı: Türk milletinin idare şekli, vahdeti kuva esasına müstenit olan bugünkü devlet şeklimizdir. Bu şekilde, Büyük Millet Meclisi, millet namına hakimiyet hakkını kullanır; Reisicumhur ve İcra Vekilleri Heyeti onun içinden çıkar. Hakimiyet birdir, kayıtsız, şartsız milletindir. Devlet teşekküllerinin en muvafığı bu olduğuna Fırka kanidir” denilmektedir.
Dil Devrimi dolayısıyla sadeleştirilse de 1935 tarihli CHP Programı 3. Maddesi de hemen hemen aynıdır:
“Türk ulusunun yönetim şekli, (Kuvvet birdir) esasına dayalıdır. Egemenlik birdir; ve bağsız, şartsız ulusundur. Egemenlik hakkını, ulus adına Kamutay (Meclis) kullanır”.
Türkiye kuruluş sürecinin sonrasında çok partili yaşama geçerken kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme ihtiyacı mevcuttu. Tek parti yönetiminden çıkıp Demokrasi Devrimi’ni gerçekleştirmenin onuru İnönü ve CHP’ye aittir. Bununla birlikte hem çoğunluk sisteminde ısrarcı olmak (nispi seçim sistemini kabul etmemek) ve hem de kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme yapmamak CHP iktidarının eksiği ve hatası idi. Gerçi CHP demokrasiyi güçlendirici değişiklikler yapma planını 1950 seçim beyannamesine almıştı: 6 Ok’u Anayasadan çıkarmak, ikinci bir meclis (Senato) kurmak gibi değişikleri CHP’nin 1950 sonrasına bırakmaması, 1946-1950 döneminde gerçekleştirmesi gerekirdi. Nitekim CHP’nin vaatlerini gerçekleştirmesi iktidarı kaybetmesi dolayısıyla mümkün olmadı.
CHP’nin programına kuvvetler ayrılığını alması 10. Kurultay’da mümkün olabildi (1953). CHP’nin 1954 seçimleri öncesinde, iktidara gelme umudu taşıdığı ve muhalefetteyken kuvvetler birliğinin sakıncalarını yaşamaya başladığı bir dönemde kuvvetler ayrılığını savunması anlamlıdır. CHP Programının ikinci bölümünde “Siyasi Meseleler” başlığı altında “Anayasa” konusu ele alınmaktadır. Programın 8. Maddesine denk gelen bu kısımda “Devlet sistemimizde kuvvetler arasında muvazene sağlayacak ve siyasi hürriyetleri koruyacak Anayasa teminatına lüzum görürüz. Bu maksatla Partimiz ikinci bir Meclis, Ayan Meclisi kurulmasını zaruri sayar” denilmektedir. Yine bu kısımda kuvvetler ayrılığını destekleyici ve toplumsal örgütlenmenin önünü açıcı öneriler bulunmaktadır: Yargıç teminatı; üniversite özerkliği; siyasal parti, sendika ve meslek örgütleri kurma, memurlara sendika hakkı; basın özgürlüğü gibi konuların anayasal teminat altına alınması ve Anayasa Mahkemesi kurulması gibi konulara yer verilmektedir. Daha çok partili hayata geçişin başında CHP eksiklerin erken bir şekilde farkına varmıştı.
Demokrasiyi takviye edici uygulamaların -kuvvetler ayrılığı da dahil olmak üzere- gerçekleşmesi askeri darbe döneminde mümkün olabildi. Ancak bir kere askeri darbe geleneğinin önü açıldı; üstelik hem idamlarla toplumsal kutuplaşma daha da tırmandırıldı ve hem de yapılan düzenleme önceki döneme tepki niteliği taşımaktaydı, uzlaşma eseri de değildi.
Sonuç olarak Türkiye bugün, kuvvetler ayrılığına dayalı çağdaş bir parlamenter demokrasiyi yeniden ve daha güçlü bir şekilde inşa etmelidir. Geçmişte gücün Meclis’te toplandığı, yasama organının yürütmeyi de bünyesinden barındırdığı kuvvetler birliği sistemi görece anlaşılabilir bir sistemdir. Kuvvetler birliğinin Meclis’te toplandığı sistemle kuvvetler birliğinin bir şahısta/yürütme organında toplanması aynı şey değildir. Birincisi görece –risklerine rağmen- demokratik ve devrimci olabilirken ikincisinin demokratik ve devrimci/ilerici olabilme ihtimali yoktur. Türkiye’nin cumhuriyetin kurucu değerleriyle barışık, kurumsal yapıyı takviye edici ve liyakate dayalı bir sistemi kurması, her şeyden önce gerçek anlama bir beka sorunudur.
Kuvvetler ayrılığına dayanan sistemlerin dışında kuvvetler birliğine dayanan sistemler de vardır. Bunun iki türlüsünü görmek mümkündür:
Birincisi yasama ve yürütme yetkisinin, yürütme organının elinde toplanması şeklindedir. İkincisi ise yasama ve yürütme yetkisinin yasama organının elinde toplanmasıdır (Meclis Hükümeti Sistemi). Hatta bazen yasama organı yargı yetkisini de üzerine alabilmekteydi. Bunun tipik örneği Birinci Meclis’in İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de üzerine almasıdır.
Meclis Hükümeti sisteminin genel olarak olağanüstü ve sorunlu dönemlerde uygulandığı görülmektedir (İstisnası bunu kısmen uygulayan İsviçre’dir). Meclis Hükümeti sistemi, 1792-1975 yılları arasındaki Konvansiyon Meclisi’nde (Fransa) ve 1920-1923 yıllarındaki Birinci Meclis’te (Türkiye) uygulandı. 1921 Anayasasına göre yasama ve yürütme yetkisi TBMM’de toplanmıştı. İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de dolaylı olarak elinde bulunduran Birinci Meclis, kuvvetler birliği sistemini bilinçli olarak benimsemişti. Bunun felsefi ve kuramsal temellerinin olduğu şüphesizdir. Atatürk’ün Russo’dan mülhem olarak dile getirdiği kuvvetler birliği meselesinin tarihsel referans noktası da Fransız Devrimi’ndeki Konvansiyon Meclisi idi. Ayrıca yakın dönem Türkiye/Osmanlı tarihindeki deneyim de bunu zorunlu kılmaktaydı. Çünkü yürütme gücünü elinde bulunduran II. Abdülhamit yasama organı olan parlamentoyu feshetmişti. Vahdettin ise 1918 ve 1920’de iki kez parlamentoyu dağıtmıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde de İttihatçılar -özellikle 1912 sonrasında- parlamento üzerinde sıkı bir denetim kurmuşlardı. Tüm bunlardan ders çıkaran Birinci Meclis, kendi üzerinde hiçbir güç tanımadığı gibi kıskanç bir şekilde bütün gücü elinde toplandı. Bu haliyle durum aslında -Tarık Zafer Tunaya’nın deyimi ile- bir tür “meclis diktatörlüğü” idi. Tunaya, bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Diğer bir neden de doğrudan doğruya Meclisin bir şahsın istibdadı altına girmemesi inancıdır. Bütün kuvvetleri kendinde toplamış olan Meclis, bu hususta çok kıskançtır. Bu görüşe sahip olanlar, eleştirilerini doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya yönelttiler ve karşısında muhalefeti oluşturdular.”
Dışarıya karşı bağımsızlık, içeriye karşı egemenlik savaşı yürütülürken hızlı karar alınabilmesi açısından Meclis’in kuvvetler birliği ilkesi çerçevesinde gücü elinde bulundurması son derece doğaldı. İlave olarak Meclis’in egemenliği kayıtsız şartsız elinde tutması, kendini Padişah-Halife’nin üzerinde konumlaması, ona devrimci bir nitelik de kazandırıyordu. Nitekim saltanatın kaldırılmasıyla başlayan devrim süreci bunu teyit etmektedir. Ancak yine de devrimleri yapmak kolay olmadı. Meclis’in gücü ve tavrı karşısında Mustafa Kemal Paşa devrimleri bölerek/parçalara ayırarak, zamana yayarak gerçekleştirme yoluna gitti. Saltanat ile Halifeliğin ikiye ayrılarak kaldırılmasının nedenlerinden biri kamuoyunu hazırlamaksa bir diğeri de Meclis’i hazırlamaktı. 1924 Anayasa görüşmeleri sırasında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi konusunda Meclis’in direnç göstermesi karşısında da kademeli bir sürecin benimsendiği görülmektedir. 1926’da Medeni Kanun ile hukuk önünde eşitlik sağlandı, ardından kadınlara 1930’da belediye seçimlerinde ve 1934’te milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Tek parti döneminde Meclis’in ağırlığı sistemde hep var olsa da Meclis üzerinde CHP egemenliği söz konusuydu. Bu durum DP döneminde de DP’nin egemenliğine dönüştü. Üstelik çoğunluk sistemin sağladığı ezici üstünlük var olan zayıf demokratik kültürü daha da tahrip etti. DP’nin Meclis’te sağladığı ezici üstünlük, DP liderlerinin ezici üstünlüğüne dönüşünce artık yasamanın yürütmeyi kontrol etmesi değil, yürütmenin (Bayar/Menderes) yasamayı kontrolü ve etkisizleştirmesi söz konusuydu. İlave olarak DP’nin Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nu kurması –komisyona muhalefetten temsilci alınmaması- ve komisyona yargı yetkisinin verilmesi (hapis, parti kapatma, gazete kapatma…), yürütmenin gücünü daha arttıran uygulamalardı. Aslında mantık olarak Tahkikat Komisyonu’nun İstiklal Mahkemeleri’nden bir farkı yoktu. Ancak hem kurtuluş, kuruluş ve devrim dönemi bitmiş, hem de demokrasi dönemi başlamıştı. Bu dönemin ruhuna uygun bir uygulama değildi Tahkikat Komisyonu… Üstelik Birinci ve İkinci Meclis’ler (1920-1927), çok daha sıkı bir denetim mekanizmasına sahiptiler. 1950’lerdeki gibi yürütmenin güdümünde değillerdi.
CHP tek parti dönemi boyunca kuvvetler birliği sistemini savundu. Nitekim parti programlarında da bunu ifade etti:
CHF Programı (1931) 3. Maddesinde, “Devletin esas teşkilatı: Türk milletinin idare şekli, vahdeti kuva esasına müstenit olan bugünkü devlet şeklimizdir. Bu şekilde, Büyük Millet Meclisi, millet namına hakimiyet hakkını kullanır; Reisicumhur ve İcra Vekilleri Heyeti onun içinden çıkar. Hakimiyet birdir, kayıtsız, şartsız milletindir. Devlet teşekküllerinin en muvafığı bu olduğuna Fırka kanidir” denilmektedir.
Dil Devrimi dolayısıyla sadeleştirilse de 1935 tarihli CHP Programı 3. Maddesi de hemen hemen aynıdır:
“Türk ulusunun yönetim şekli, (Kuvvet birdir) esasına dayalıdır. Egemenlik birdir; ve bağsız, şartsız ulusundur. Egemenlik hakkını, ulus adına Kamutay (Meclis) kullanır”.
Türkiye kuruluş sürecinin sonrasında çok partili yaşama geçerken kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme ihtiyacı mevcuttu. Tek parti yönetiminden çıkıp Demokrasi Devrimi’ni gerçekleştirmenin onuru İnönü ve CHP’ye aittir. Bununla birlikte hem çoğunluk sisteminde ısrarcı olmak (nispi seçim sistemini kabul etmemek) ve hem de kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme yapmamak CHP iktidarının eksiği ve hatası idi. Gerçi CHP demokrasiyi güçlendirici değişiklikler yapma planını 1950 seçim beyannamesine almıştı: 6 Ok’u Anayasadan çıkarmak, ikinci bir meclis (Senato) kurmak gibi değişikleri CHP’nin 1950 sonrasına bırakmaması, 1946-1950 döneminde gerçekleştirmesi gerekirdi. Nitekim CHP’nin vaatlerini gerçekleştirmesi iktidarı kaybetmesi dolayısıyla mümkün olmadı.
CHP’nin programına kuvvetler ayrılığını alması 10. Kurultay’da mümkün olabildi (1953). CHP’nin 1954 seçimleri öncesinde, iktidara gelme umudu taşıdığı ve muhalefetteyken kuvvetler birliğinin sakıncalarını yaşamaya başladığı bir dönemde kuvvetler ayrılığını savunması anlamlıdır. CHP Programının ikinci bölümünde “Siyasi Meseleler” başlığı altında “Anayasa” konusu ele alınmaktadır. Programın 8. Maddesine denk gelen bu kısımda “Devlet sistemimizde kuvvetler arasında muvazene sağlayacak ve siyasi hürriyetleri koruyacak Anayasa teminatına lüzum görürüz. Bu maksatla Partimiz ikinci bir Meclis, Ayan Meclisi kurulmasını zaruri sayar” denilmektedir. Yine bu kısımda kuvvetler ayrılığını destekleyici ve toplumsal örgütlenmenin önünü açıcı öneriler bulunmaktadır: Yargıç teminatı; üniversite özerkliği; siyasal parti, sendika ve meslek örgütleri kurma, memurlara sendika hakkı; basın özgürlüğü gibi konuların anayasal teminat altına alınması ve Anayasa Mahkemesi kurulması gibi konulara yer verilmektedir. Daha çok partili hayata geçişin başında CHP eksiklerin erken bir şekilde farkına varmıştı.
Demokrasiyi takviye edici uygulamaların -kuvvetler ayrılığı da dahil olmak üzere- gerçekleşmesi askeri darbe döneminde mümkün olabildi. Ancak bir kere askeri darbe geleneğinin önü açıldı; üstelik hem idamlarla toplumsal kutuplaşma daha da tırmandırıldı ve hem de yapılan düzenleme önceki döneme tepki niteliği taşımaktaydı, uzlaşma eseri de değildi.
Sonuç olarak Türkiye bugün, kuvvetler ayrılığına dayalı çağdaş bir parlamenter demokrasiyi yeniden ve daha güçlü bir şekilde inşa etmelidir. Geçmişte gücün Meclis’te toplandığı, yasama organının yürütmeyi de bünyesinden barındırdığı kuvvetler birliği sistemi görece anlaşılabilir bir sistemdir. Kuvvetler birliğinin Meclis’te toplandığı sistemle kuvvetler birliğinin bir şahısta/yürütme organında toplanması aynı şey değildir. Birincisi görece –risklerine rağmen- demokratik ve devrimci olabilirken ikincisinin demokratik ve devrimci/ilerici olabilme ihtimali yoktur. Türkiye’nin cumhuriyetin kurucu değerleriyle barışık, kurumsal yapıyı takviye edici ve liyakate dayalı bir sistemi kurması, her şeyden önce gerçek anlama bir beka sorunudur.
Prof. Dr. Hakkı UYAR
FACEBOOK YORUMLAR