CHP VE MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçilik, Fransız Devrimi ile ortaya çıkan bir siyasal düşünce olarak bilinmekle beraber sosyal, ekonomik ve kültürel boyutuyla onun köklerini 16. yüzyıla kadar götürebiliriz. 16. yüzyılda ulusal burjuvazilerin, ulusal dillerin ve ulusal kiliselerin yükselişi, milliyetçiliğin temellerinin atılması açısından önemli bir kilometre taşıdır. Bu, sekülerleşmeye ve ulusal egemenlik kavramının oluşumuna zemin hazırladı. İşte Fransız Devrimi, bu tarihsel arka planda siyasal bir akım olarak milliyetçiliğin yayılmasına imkân sağladı.
Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi, çok milliyetli ve çok dinli bir tarım imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nin sonunu da getirdi. Ayrılıkçı milliyetçi hareketler karşısında Türk milliyetçiliğinin yükselişi aslında hem geç ortaya çıktı ve hem de tepki niteliği taşımaktaydı. Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi Türk milliyetçiliğinin babaları bile başlangıçta pür milliyetçi değillerdi. Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık arasında bocalamışlardı. Ancak son tahlilde devletin kurtuluşunu milliyetçilikte görmüşlerdi. Onların milliyetçilikleri bir boyutuyla azınlık milliyetçiliklerine tepki niteliği taşırken diğer boyutuyla romantik özellikler de taşıyordu. Bu milliyetçiliğin romantiklikten çıkıp gerçekçi bir zemine oturması Misakı Milli, Milli Mücadele ve Atatürk ile mümkün olabildi.
Türk milliyetçiliğinin iki ana damardan beslendiğini söylemek mümkün. Birincisi kültüre dayalı Fransız milliyetçiliğidir. İkincisi ise ırka dayalı Alman milliyetçiliğidir. İkinci Meşrutiyet’te Türk milliyetçiliğinin Gökalp, Akçura, Ağaoğlu gibi önemli sembol isimlerinin Fransız milliyetçiliğine daha yakın oldukları söylenebilir. Türk milliyetçiliğinde iki çatalın oluşması için 1930’lar sonrasını ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı yıllarını beklemek gerekecektir.
Milli Mücadele döneminde Atatürk’ün millet, milliyetçilik ve milli egemenlik gibi kavramları sıklıkla kullandığı görülmektedir. Bununla beraber Birinci Meclis’te dinsel kimlik ile ulusal kimlik konusunda yaşanan çatışma nedeniyle uzlaşmacı ve arabulucu bir söylem kullanması dikkat çekicidir. Çünkü Meclis’in önceliği vatanın kurtuluşudur; devrimler kurtuluş sonrasında olacaktır ve dinsel kimliğin yerini ulusal kimlik alacaktır.
‘TÜRKİYE’ TARTIŞMASI
Cumhuriyetin ilanı sonrasında kabul edilen ve en uzun ömürlü anayasamız olan 1924 Anayasası’nın TBMM’deki görüşmeleri sırasında ele alınan konular arasında bugün de tartışılan Türklük ve Türkiyelilik kavramları da vardır:
Madde 88: Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk denir. Türkiye’de veya dışarıda bir Türk babadan olan veya Türkiye’de doğup da memleket içinde yaşayan ve rüştünü ispat ettiğinde resmen Türklüğü benimseyen veya vatandaşlık kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.
Bu maddeye ilişkin -TBMM’ce kabul edilmeyen- iki farklı değişiklik önergesi verildi. Birincisi:
Niyazi Bey (Mersin): “Efendim, kanunun birçok yerinde Türkiye kelimesi vardır. Anayasa Komisyonu ile de görüştük. Onlar da bunu kabul ediyorlar. Vatandaşa Türk dedikten sonra Türkiye demek doğru değildir. Esasen Türkiye deyimi İtalyancadan alınmıştır ve Arapça bir kelimedir. Buna hiç gerek yoktur. Türk devleti; Türk vatandaşı, Türk Büyük Millet Meclisi, hepsi Türk, hepsi eşittir. Sonuç olarak Türkeli şeklinde değiştirilmesini teklif ediyorum.”
İkincisi ise Konya milletvekili Naim Hazım tarafından Meclis Başkanlığı’na verilen teklifti: “Maddenin birinci fıkrasındaki Türk kelimesinin Türkiyeli şeklinde tadil ve diğer fıkralarının da buna göre tashih ve tanzimini teklif ederim.”
1924 Anayasası ve bu anayasa üzerine yapılan tartışmalar Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik temeller üzerine kurulduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Aslında Türklük kavramına yüklenilen içeriğin 1876 Anayasası’nda tanımlanan Osmanlılık kavramından (madde 8) farklı olmadığı dikkat çekicidir. Nitekim sonraki yıllarda da Atatürk’ün yaptığı iki tanım, resmi milliyetçiliğin etnik ve dinsel kimliğe dayanmadığının açık bir göstergesidir. 1925’te “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı ile 1930’daki “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir topluluktur” tanımı bu anayasal ve tarihsel arka planın ürünüdür. İkinci tanım 1931 tarihli CHP programında da yer almaktadır (Birinci kısım, madde 2). Bu tanımın öncesinde CHP programında “vatan” kavramının tanımı da yapılmaktaydı ve aslında bu tanım, milliyetçilik anlayışı ile örtüşen, yurtseverlik anlamı da içeren bir tanımdı (Birinci Kısım, madde 1):
“Vatan, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını koruyan eserleri ile yaşadığı bugünkü siyasal sınırlarımız içindeki yurttur. Vatan, hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir bütündür”.
Devrimlerin gelişim sürecine paralel olarak, 6 ilkenin aşamalı bir şekilde parti programına girdiğini söylemek gerekir. 1927 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda kabul edilen Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerine, 1931 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri ilave edildi. 1935 yılındaki CHP Kurultayı’nda ise bu ilkeler Kemalizm olarak tanımlandı. 5 Şubat 1937 tarihinde ise 6 ilke anayasaya girdi.
1938 yılında, Atatürk’ün vefatından kısa bir süre önce yayımlanan On Beşinci Yıl Kitabı’nda, CHP’nin milliyetçilik anlayışı şöyle anlatılmaktadır:
“Cumhuriyet Halk Partisi’nin milliyetçiliği, gerek bağımsız ve gerek başka devletin vatandaşı olarak yaşayan bütün Türkleri bir kardeşlik hissiyle sevmek, onların refahını dilemekle beraber dışarıdaki bu Türkleri, kendi siyasal faaliyet alanının dışında tutar. Partinin ve yeni devletin anlayışına göre, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde Türk diliyle konuşan, Türk kültürüyle yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve kökenden olursa olsun Türktür. Bu esas anayasada açıkça yazılıdır. Yeni Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek ve şerefli bir parçasıdır. Bu itibarla bütün insanlığı sever ve milli menfaatına ilişilmedikçe başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve bu yönde politika izlemez”.
İNÖNÜ FIRSATÇILIĞI SEÇMEDİ
Lozan sonrasında sorunlarını barışçı bir şekilde çözmeye yönelen, içeride ve dışarıda barışçı politikalar benimseyen Türkiye, Boğazlar sorununu ve Hatay sorununu diplomasi yoluyla lehine çözmeyi başarabildi. Yine ayrı politikalar çerçevesinde ve Birinci Dünya Savaşı’ndan ders çıkararak İkinci Dünya Savaşı’na girmedi. Bunun mimarı başta İnönü olmak üzere dönemin üst düzey yöneticileriydi. Dönemin lider kadrosu, savaşın dışında kalmayı temel prensip olarak belirlerken savaşı fırsata çevirmeye yönelik bir milliyetçilik anlayışına da sahip değillerdi. Almanya ve müttefiklerinin kazanacağı algısına da sahip değillerdi. Oysa CHP’nin ya da Atatürk’ün milliyetçilik anlayışının dışında yer alan Türkçü/Turancı milliyetçilik anlayışı, Almanya’nın da etkisiyle savaşı Almanya’nın kazanacağına inanıyordu ve savaşa Almanya yanında girmekten yanaydı. Bunlar üzerinde ciddi bir Alman etkisinin olduğu söylenebilir. Savaş bittiğinde artık Türkiye’de iki ayrı milliyetçilik anlayışının olduğu açık bir şekilde ortadaydı. Bu günümüze kadar da devam etti.
PROF. DR. HAKKI UYAR
FACEBOOK YORUMLAR