Anadolu bin yıldır Türk milletinin vatanı… Anadolu’yu Malazgirt’te vatana dönüştüren Alparslan, vatan kalmasını sağlayan da 30 Ağustos 1922’te Atatürk… İkisi de birbirinden anlamlı, birbirinin tamamlayıcısı. Biri olmasaydı diğeri de olmazdı. Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti birbirinin devamı olan devletler. Biri diğerinin düşmanı değil. Günümüzde biri diğerinin rakibi ve düşmanı gibi değerlendirmeler yapılıyor. Bu, deyim yerindeyse açık ve net bir şekilde bölücülüktür.
Hiç şüphesiz Osmanlı Türk tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü devletidir. Ancak bu imparatorluk da Batı karşısında uzun yıllar dirense de dağılmaktan kurtulamadı. Osmanlı Devleti’nin toprak kayıplarıyla beraber küçülme sürecine girmesi, küçülen Osmanlı topraklarına zorunlu göçü beraberinde getirdi. Bu bağlamda ilk kitlesel göç, Kırım’ın kaybı ile sonuçlanan Küçük Kaynarca Antlaşması sonucunda gerçekleşti. Takip eden 150 yıllık süreç küçülen imparatorluğun yoğun Türk ve Müslüman göçü almasıyla ve sorunlar yumağının artmasıyla devam etti. Balkanlar ve Kafkaslardan gelen göç dalgasının altından kalkmakta zorlanan devlet yeni arayışlara yöneldi. 19. Yüzyıl, travmatik yenilgilerle göç dalgasının hızlanmasını beraberinde getirdi. Sayıları milyonları bulan insan Balkanlar, Kafkaslar ve Kırım topraklarından Anadolu’ya gelmek zorunda kalırken bir bölümü de o topraklarda öldürüldü. Savaşlar, yeni kurulan milli devletler ve etnik çatışmaların yol açtığı bu kanlı süreçte Anadolu toprakları yoğun göç alırken Ermeni Tehciri ve Türk-Rum nüfus mübadelesi de yaşandı.
Yaşanan zorunlu göçler, göçmenlerin iskan edilmesi konusunda özel örgütlenmeleri ve politikaları da zorunlu kıldı. Çünkü bu belediyelerin ya da yerel mülki erkanın üstesinden gelebileceği bir sorun olmaktan öteye geçmişti. İlk olarak Kafkasya’dan gelen göçler dolayısıyla Trabzon Valisi başkanlığında İdare-i Umumiye-i Muhacirin Komisyonu kuruldu.
Komisyonun görevi göçmenlerin daimi iskanlarını sağlayacaktı ve göçmenlerin yerleşme masraflarını karşılamak da devlete aitti. Sonraki yıllarda örgütlenme daha kurumsal bir kimliğe büründü. 1912 yılındaki Birinci Balkan Savaşı yenilgisinin yarattığı yoğun göç dalgası, yeni bir örgütlenmeyi de beraberinde getirdi ve Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti Umumiyesi kuruldu. Yeni kurumsal yapının gelen göçmenlerin yerleştirilmesi konusunda izlediği strateji dikkate değer özellikler taşımaktadır. İlave olarak Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele sürecinde yaşananlar 1923’te Mübadele İmar ve İskan Vekaleti’nin kurulmasını zorunlu hale getirdi. 1930’lu yıllarda nüfus hareketliliğinin azalmasıyla birlikte sorunların da azaldığı görülmekle birlikte sorunların ortadan kalktığını söylemek mümkün değildi.
1820-1920 arasında 5.000.000 Müslüman Balkanlar ve Kafkasya’dan Anadolu’ya sürüldü; 5.000.000 Müslüman Balkanlar ve Kafkasya’da öldürüldü. 1783’den başlayarak 1922 yılına kadar tahminen 1.8000.000 Kırım Tatarı Anadolu topraklarına geldi.
1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nüfusu 17,5 milyondan 12 milyona düştü. % 30’a yakın bir nüfus kaybı meydana geldi. Bunun % 20’sinin ölümlerden % 10’nun zorunlu yer değiştirmelerden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Ölüm yoluyla kayıplar Türk/Müslüman nüfusta 2,5 milyon, Ermeni nüfusta 580 bin ve Rum nüfusta 310 bin olarak tahmin edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelere nazaran oldukça yüksek rakamlar söz konusudur. Bunda cephedeki savaşların yanı sıra cephe gerisindeki etnik çatışmalar, salgın hastalıklar, kötü beslenme gibi faktörler de etkilidir. Anadolu’daki etnik grupların egemenlik sağlama çabası, emperyalist güçlerin yürüttüğü dünya savaşı ortamında daha kanlı bir hal almıştı.
10 yıllık savaş dönemi (1912-1922) imparatorluk siyasetinden yani ulus üstü politikalardan ulusal politikalara geçildiği yıllar oldu. Nitekim göç politikalarını belirleyen faktörlerden biri de elbette buydu.
Elden çıkmakta olan son toprak parçasını Milli Mücadele ile kurtaran ve Lozan ile bağımsız bir vatana dönüştüren kadroların kurmaya çalıştıkları modern ve bağımsız milli devletin demografik ve ideolojik şekillenişinde dışarıdan içeriye göçün ve bunun yöneticisi konumunda AMMU’nun önemli bir rolü vardır. Nitekim AMMU genel müdürü Şükrü Kaya, Atatürk’ün en yakınındaki isimlerden biri olarak uzun yıllar İçişleri Bakanlığı görevinde bulunacaktır. Üstelik göçle gelenleri entegrasyon ve modernleştirme çabası, üretime dayalı homojen seküler/laik Türk milletinin parçası kılma isteğinin döneme damgasını vurduğu rahatlıkla söylenebilir.
1922’den günümüze Türkiye’ye gelen göçmen sayısı 6,5 milyonu geçmiş durumdadır. Son 7-8 yılda gelenlerin toplamı tüm Cumhuriyet dönemi boyunca gelenlerin yarısından fazladır. Üstelik son gelenlerin kültürel entegrasyon ve uyum süreci daha kapsamlı çalışmaları zorunlu kılmaktadır.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçen süreçte, Küçük Kaynarca’dan günümüze, 250 yıllık dönemde Anadolu’ya gelenlerin sığınabilecekleri bir toprağın, bir vatanın olmasının öneminin altını çizmek gerekir. Mondros ve Sevr sonrasında Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşmamış olsaydı, 30 Ağustos’u takip eden Mudanya ve Lozan olmasaydı göç edecek topraklarımızın olmayacağı, Anadolu’nun hem bizler ve gelenler için “son kale” olduğu hatırlanmalıdır. Bu nedenle de Alparslan ile Atatürk arasında ayırım yapmanın bölücülük olduğunu, tarihsel sürekliliğin var olduğunu tekrarlayarak coğrafyayı vatan kılanları da vatan kalmasını sağlayanları da rahmet ve şükranla anıyorum.
Kaynakça
Justin McCarthy, Müslümanlar ve Azınlıklar, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1998.
Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1995.
İlhan Tekeli, Göç ve Ötesi, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2016.
Hakkı Uyar, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Göç Sorununa Kurumsallaşarak Yanıt Verme Arayışları“ (yayınlanmamış bildiri).
Hiç şüphesiz Osmanlı Türk tarihinin en büyük ve en uzun ömürlü devletidir. Ancak bu imparatorluk da Batı karşısında uzun yıllar dirense de dağılmaktan kurtulamadı. Osmanlı Devleti’nin toprak kayıplarıyla beraber küçülme sürecine girmesi, küçülen Osmanlı topraklarına zorunlu göçü beraberinde getirdi. Bu bağlamda ilk kitlesel göç, Kırım’ın kaybı ile sonuçlanan Küçük Kaynarca Antlaşması sonucunda gerçekleşti. Takip eden 150 yıllık süreç küçülen imparatorluğun yoğun Türk ve Müslüman göçü almasıyla ve sorunlar yumağının artmasıyla devam etti. Balkanlar ve Kafkaslardan gelen göç dalgasının altından kalkmakta zorlanan devlet yeni arayışlara yöneldi. 19. Yüzyıl, travmatik yenilgilerle göç dalgasının hızlanmasını beraberinde getirdi. Sayıları milyonları bulan insan Balkanlar, Kafkaslar ve Kırım topraklarından Anadolu’ya gelmek zorunda kalırken bir bölümü de o topraklarda öldürüldü. Savaşlar, yeni kurulan milli devletler ve etnik çatışmaların yol açtığı bu kanlı süreçte Anadolu toprakları yoğun göç alırken Ermeni Tehciri ve Türk-Rum nüfus mübadelesi de yaşandı.
Yaşanan zorunlu göçler, göçmenlerin iskan edilmesi konusunda özel örgütlenmeleri ve politikaları da zorunlu kıldı. Çünkü bu belediyelerin ya da yerel mülki erkanın üstesinden gelebileceği bir sorun olmaktan öteye geçmişti. İlk olarak Kafkasya’dan gelen göçler dolayısıyla Trabzon Valisi başkanlığında İdare-i Umumiye-i Muhacirin Komisyonu kuruldu.
Komisyonun görevi göçmenlerin daimi iskanlarını sağlayacaktı ve göçmenlerin yerleşme masraflarını karşılamak da devlete aitti. Sonraki yıllarda örgütlenme daha kurumsal bir kimliğe büründü. 1912 yılındaki Birinci Balkan Savaşı yenilgisinin yarattığı yoğun göç dalgası, yeni bir örgütlenmeyi de beraberinde getirdi ve Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti Umumiyesi kuruldu. Yeni kurumsal yapının gelen göçmenlerin yerleştirilmesi konusunda izlediği strateji dikkate değer özellikler taşımaktadır. İlave olarak Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele sürecinde yaşananlar 1923’te Mübadele İmar ve İskan Vekaleti’nin kurulmasını zorunlu hale getirdi. 1930’lu yıllarda nüfus hareketliliğinin azalmasıyla birlikte sorunların da azaldığı görülmekle birlikte sorunların ortadan kalktığını söylemek mümkün değildi.
1820-1920 arasında 5.000.000 Müslüman Balkanlar ve Kafkasya’dan Anadolu’ya sürüldü; 5.000.000 Müslüman Balkanlar ve Kafkasya’da öldürüldü. 1783’den başlayarak 1922 yılına kadar tahminen 1.8000.000 Kırım Tatarı Anadolu topraklarına geldi.
1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nüfusu 17,5 milyondan 12 milyona düştü. % 30’a yakın bir nüfus kaybı meydana geldi. Bunun % 20’sinin ölümlerden % 10’nun zorunlu yer değiştirmelerden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Ölüm yoluyla kayıplar Türk/Müslüman nüfusta 2,5 milyon, Ermeni nüfusta 580 bin ve Rum nüfusta 310 bin olarak tahmin edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelere nazaran oldukça yüksek rakamlar söz konusudur. Bunda cephedeki savaşların yanı sıra cephe gerisindeki etnik çatışmalar, salgın hastalıklar, kötü beslenme gibi faktörler de etkilidir. Anadolu’daki etnik grupların egemenlik sağlama çabası, emperyalist güçlerin yürüttüğü dünya savaşı ortamında daha kanlı bir hal almıştı.
10 yıllık savaş dönemi (1912-1922) imparatorluk siyasetinden yani ulus üstü politikalardan ulusal politikalara geçildiği yıllar oldu. Nitekim göç politikalarını belirleyen faktörlerden biri de elbette buydu.
Elden çıkmakta olan son toprak parçasını Milli Mücadele ile kurtaran ve Lozan ile bağımsız bir vatana dönüştüren kadroların kurmaya çalıştıkları modern ve bağımsız milli devletin demografik ve ideolojik şekillenişinde dışarıdan içeriye göçün ve bunun yöneticisi konumunda AMMU’nun önemli bir rolü vardır. Nitekim AMMU genel müdürü Şükrü Kaya, Atatürk’ün en yakınındaki isimlerden biri olarak uzun yıllar İçişleri Bakanlığı görevinde bulunacaktır. Üstelik göçle gelenleri entegrasyon ve modernleştirme çabası, üretime dayalı homojen seküler/laik Türk milletinin parçası kılma isteğinin döneme damgasını vurduğu rahatlıkla söylenebilir.
1922’den günümüze Türkiye’ye gelen göçmen sayısı 6,5 milyonu geçmiş durumdadır. Son 7-8 yılda gelenlerin toplamı tüm Cumhuriyet dönemi boyunca gelenlerin yarısından fazladır. Üstelik son gelenlerin kültürel entegrasyon ve uyum süreci daha kapsamlı çalışmaları zorunlu kılmaktadır.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçen süreçte, Küçük Kaynarca’dan günümüze, 250 yıllık dönemde Anadolu’ya gelenlerin sığınabilecekleri bir toprağın, bir vatanın olmasının öneminin altını çizmek gerekir. Mondros ve Sevr sonrasında Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşmamış olsaydı, 30 Ağustos’u takip eden Mudanya ve Lozan olmasaydı göç edecek topraklarımızın olmayacağı, Anadolu’nun hem bizler ve gelenler için “son kale” olduğu hatırlanmalıdır. Bu nedenle de Alparslan ile Atatürk arasında ayırım yapmanın bölücülük olduğunu, tarihsel sürekliliğin var olduğunu tekrarlayarak coğrafyayı vatan kılanları da vatan kalmasını sağlayanları da rahmet ve şükranla anıyorum.
Kaynakça
Justin McCarthy, Müslümanlar ve Azınlıklar, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1998.
Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1995.
İlhan Tekeli, Göç ve Ötesi, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2016.
Hakkı Uyar, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Göç Sorununa Kurumsallaşarak Yanıt Verme Arayışları“ (yayınlanmamış bildiri).
FACEBOOK YORUMLAR