Geçtiğimiz günlerde TBMM eski Başkanı İsmail Kahraman, "Şehirlerin kurtuluş yıldönümleri kutlanıyor. Kesinlikle karşıyım. 2 Mart'ta Rize kurtulmuş, kim diyor? Yok Erzurum şu Mart'ta. Şehirlerin düşman işgalinden kurtuluşu dolayısıyla kutlama yapılmaz. 'Ben esirdim, esaretim bitti, ben köleydim' diye ikrarda bulunulmaz. Bu küçüklük kompleksi verir, bu yanlıştır, böyle şey olmaz. Fetihler kutlanır. Tarihi zengin ve engin bir milletiz biz. Biz köklü bir devletiz. Zaferlerle dolu bizim tarihimiz. İstanbul'un kurtuluşu 6 Ekim, kim demiş? İzmir'in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş? Ne münasebet. Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarının birkaç kat mislini aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki. 2 Mart'ta da aynı şey var. Ruslar çekildi gitti. Çarpışmadık, dövüşmedik, vuruşmadık. Tarihi doğru dürüst niye bilmiyoruz? Övünecek büyük bir tarihimiz varken kölelikten kurtulduğumuz tarihe niye bayram diyeceğiz. Fethettiğimiz tarihe diyeceğiz” dedi.
Oysa Gazi Meclis, Bursa’nın Yunan işgaline uğraması üzerine Meclis kürsüsüne siyah örtü örtmüş (1920) ve Bursa’nın kurtuluşuna kadar da bu örtüyü kaldırmamıştı (1922).
Geçen yıl Eylül ayında Murat Bardakçı, İstiklal Harbi deyimini bırakıp yerine Milli Mücadele deyimini kullanmayı önermişti. Erhan Afyoncu da bunu desteklemişti. Onun da gerekçesi sömürge değildik ki, bağımsızlık savaşı (o zamanki deyimle İstiklal Harbi) olsun. Milli Mücadele demeliyiz ve buna devlet net bir karar vermeli. Kavram kargaşası olmasın. Oysa 1926’da Genelkurmay İstiklal Harbi tanımını netleştirmiş. Ülkenin bağımsızlık azminin simgesi, vatan sevgisinin ifadesi olan Millî Marşın adı‚ İstiklal Marşı’dır. Millî Mücadele’de yararlılık gösteren askerlere ve sivillere verilen madalya‚ İstiklal Madalyası’dır. İç isyanları bastırmak, asker kaçaklarını önlemek ve düzenli orduya katkı sağlamak için kurulan mahkemeler‚ İstiklal Mahkemeleri’dir. Eş anlamlı olarak Milli Mücadele, İstiklal Harbi ve Kurtuluş Savaşı kullanılabilir. Milli Mücadele kavramını devlet zoruyla dayatmak çağdışıdır ve aynı zamanda da bağımsızlık savaşımızı küçültme çabasıdır.
Aslında on yıllardır Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’i yok sayma, reklam arası olarak görme fikri farklı kulvarlarda önümüze konulmaktadır. Kurtuluş Savaşını yürütenler Cumhuriyeti de kurdukları için, hik Cumhuriyet düşmanlarında ve hem de Kurtuluş Savaşı döneminde düşmanla işbirliği yapanlarda Kurtuluş Savaşı’nı küçümseme eğilimi var. Örneğin emperyalizme karşı verilen bağımsızlık savaşı boyutu küçümsenir; sarayın ihaneti görmezden gelinir ve Türk-Yunan Savaşı’na indirgenir, “Keşke Yunan kazansaydı” denir vs vs.
Bu kafaya göre, bir İstanbul’un fethini kutlarız bir de Anadolu’nun fethini. Orada kalırız. Bu, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığından başka bir şey değil. Oysa Selçuklu da, Osmanlı da, Cumhuriyet de bizim.
Sadece fethettiğimiz yerleri kutlayacaksak örneğin Selanik, Sofya, Üsküp, Belgrad, Budin veya Bağdat gibi yerlerin fethini neden kutlamıyoruz? Çünkü kutlamanın bir anlamı yok. Çünkü buraları kaybettik, buraları artık bizim toprağımız değil. Mondros’un ardından Sevr de uygulansaydı 29 Mayıs 1453’te fethettiğimiz İstanbul da elden çıkmış olacaktı. Çünkü İstanbul, 13 Kasım 1918’de işgal edildi. 6 Ekim 1923’te, 5 yıllık/1825 günlük işgalden kurtuluş olmasaydı İstanbul’un fethini de unutacaktık. Kaybedilen hangi toprağın fethini hatırlıyor ve kutluyoruz ki?
26 Ağustos 1922 olmasaydı, 26 Ağustos 1071’i kutlayamazdık. Hatta bugün kutlamaların yapıldığı Malazgirt bile vatan topraklarının dışında kalacaktı. İstanbul İtilaf devletlerinin, İstanbul’dan önce Osmanlı’ya başkentlik etmiş Bursa ve Edirne de Yunan toprağı olacaktı.
İzmir’in kurtuluşu olan 9 Eylül, Kurtuluş Savaşı’nın bitimini ve ülkenin de kurtuluşunu simgeler. Kurtuluş Savaşı deyim yerindeyse İzmir’de başladı, İzmir’de bitti. İzmir’in fethi için bir tarih yok. Çaka Bey’in İzmir’i fethettiği ayı günü belli olmayan 1081 tarihine Aydınoğullarının İzmir’i kuşattığı 25 Mart tarihi monte ederek, çakma bir fetih günü uydurma ve bunu 9 Eylül’e rakip haline getirme girişimi de olmuştu yakın yıllarda.
Dağılmakta olan Osmanlı’nın son 10 yılı savaşlarla geçti. Son kurtuluş mücadelesinde hem dış hem de iç düşmanlarla mücadele edilirken elde avuçta ne varsa tüketildi. O kadar ki her evden bir çift çamaşır, bir çift çarık, tel çivi, yiyecek maddesi, binek hayvanı, silah yapmaya elverişli ne kadar eşya varsa toplandı (Tekalifi Milliye Emirleri). Sakarya Savaşı, bu sayede başarılabildi. Viyana'dan (1683) beri yaşanan gerileme, 238 yıl sonra ancak Anadolu'nun ortasında Sakarya'da (1921) durdurulabildi. Ama eldeki imkanların tümü de kullanıldı. Büyük Taarruz için bir yıl beklenilmek zorunda kalındı. Yunan ordusunu yenmenin tek yolu baskın bir saldırı ile başarı kazanmaktı. 26 Ağustos'ta başlayan saldırının ardından 9 Eylül'de İzmir'e girildi ama Urla'nın kurtuluşu 12 Eylül, Karaburun'un kurtuluşu 17 Eylül'dür. Körfezdeki Yunan savaş gemilerinin top atışları nedeniyle dağlık araziden dolaşılarak ve Yunan ordusunun kalıntılarıyla savaşılarak Urla, Alaçatı (15 Eylül), Çeşme (16 Eylül) ve Karaburun kurtarıldı. Eldeki imkanların ne kadar az ve gücümüzü de son damlasına kadar kullandığımızı göstermek açısından 9 Eylül ile 17 Eylül arasındaki 8 günlük farka dikkat çekmek istiyorum.
Atatürk’e “İzmir’i aldıktan sonra biraz dinlenirsiniz Paşam” diyen Halide Edip’e “Yunanlardan sonra daha birbirimizi yiyeceğiz!” yanıtını vermişti. Kurtuluş Savaşı’nın başladığı ve bittiği yer olan İzmir, aynı zamanda kuruluşun da başladığı yer olmuştu. Kuruluşun gücü, kurtuluşun gücünden kaynaklanmaktaydı.
9 Eylül sadece İzmir’in değil vatanın kurtuluş tarihidir. Tam bağımsızlık için masaya oturma hakkı 9 Eylül’de elde edildi ve 9 Eylül kazancıyla çağdaş Türkiye’nin temelleri atılabildi.
9 Eylül kutlu olsun…
FACEBOOK YORUMLAR