Sevginin iki yönü vardır: Koruma ve geliştirme. İnsan sevdiği şeyi korumak ister; var olmasını sağlamak, zayıflamasına, hastalanmasına, güçten düşmesine engel olmak ister. Ancak bunları sağlamak için korumak yetmez, sevilen şeyin geliştirilmesi, güçlendirilmesi, kalkındırılması da gerekir. Geliştirilip güçlendirilecek ki varlığı devam etsin.
Milliyetçilik de böyledir. Millet sevgisine dayandığına göre milliyetçiliğin de iki yönü milleti korumak ve geliştirmektir.
Bir milleti korumak, öncelikle onun bağımsızlığını korumak demektir. Siyasi, iktisadi, kültürel… Her türlü bağımsızlığı korumak milliyetçi olmanın ilk şartıdır. Milletin, milletin üzerinde yaşadığı ülkenin maddi varlıklarını satmak, kültür değerlerini yağma ettirmek milliyetçilikle bağdaşmaz.
Toprağı, suyu, denizi koruyacaksınız; ülkenin bitki ve hayvan varlığını, madenlerini koruyacaksınız; kıyıları, limanları, ormanları, yaylaları koruyacaksınız; tarihî varlıkları, camileri, hanları, hamamları koruyacaksınız.
Korumak, sadece görünür siyasi düşmana karşı olmaz. Canlı varlıklarınızı, insanınızı, bitkinizi, hayvanınızı hastalıklara karşı da koruyacaksınız. Tarihî varlıklarınızı tabiatın ve insanların tahribatına karşı da koruyacaksınız. Tabiata karşı korumak bilim yoluyla, insan tahribatına karşı korumak, kültürü yükseltmek yoluyla olur.
Milliyetçiliğin ikinci yönü milleti geliştirmek ve kalkındırmaktır. Aslında geliştirme ve kalkındırma, korumanın da şartlarındandır çünkü gelişmeyen her varlık ölmeye mahkûmdur.
Milleti geliştirip kalkındırmak deyince ilk akla gelen milletin bütün fertlerinin maddi ve manevi açıdan kalkındırılmasıdır. Hedef yoksul bırakmamak, her ferdi, her aileyi olabilecek en yüksek refah seviyesine ulaştırmaktır. Hedef cahil ve kültürsüz insan bırakmamak, insanları olabilecek en yüksek kültür seviyesine ulaştırmaktır.
Her Türk'ün ev sahibi olmaya, araba sahibi olmaya hakkı vardır. Her Türk'ün kültürlü olmaya, yüksek öğrenim görmeye hakkı vardır.
Yukarıda belirttiğim şartlar sağlandıktan sonra muhafazakârlık hakkındaki yanlış anlayış ve tutumlar zaten değişir ama ben yine söyleyeyim.
Dinî buyruk ve yasaklara uymak muhafazakârlık değil dindarlıktır. Kendisini dindar kabul eden herkes dininin buyruk ve yasaklarına samimiyetle (İslami tabirle söyleyeyim ihlasla) uymaya çalışır. Başkalarının da uymasını ister ve zora başvurmadan dindarların sayısını artırmaya da uğraşır.
Muhafazakârlık, dinden kaynaklansın kaynaklanmasın, her türlü maddi ve manevi varlığı korumaktır. Edirne'deki Selimiye'yi, İstanbul'daki Süleymaniye'yi, Ankara'daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi binasını, Samsun'daki Atatürk heykelini korumak. Sadece bu yapıların maddi varlıklarını değil, onların görünürlüklerini sağlayan çevrelerini de korumak.
Süleyman Çelebi'nin mevlidini, Itrî'nin tekbirini, Dede'nin şuh bestelerini korumak da muhafazakârlıktır; minyatürleri, tezhipleri, eski ciltleri, hatları, çinileri korumak da muhafazakârlıktır; Erzurum barını, Karadeniz horonunu, Aydın zeybeğini korumak da muhafazakârlıktır.
Ya geliştirmek? Selimiye'yi, Itrî'nin bestesini değiştiremezsiniz. Ama Selimiye'nin çevresini yeniden düzenleyebilirsiniz; ışıklandırma ve başka tekniklerle Selimiye'yi daha görünür hâle getirebilirsiniz. Müzikli bir oyunda, bir filmde, bir edebiyat eserinde Selimiye'yi işleyebilirsiniz. Itrî'nin bestesini kendi formunda icraya devam ederken onu bazı yeni form ve tekniklerle de icra edebilirsiniz; bir romanın veya bir filmin tekrarlanan motifi hâlinde işleyebilirsiniz.
Tabii bütün bunların ötesinde yeni mimari eserler, yeni besteler, yeni sahne ve sinema eserleri yaratmak gerekir. Ataların yaptığı gibi. Mevcutla yetinmeyip devamlı yeni sanat eserleri yaratmak.
Osmanlı atalarımız türkülerle yetinseydi Itrî'nin tekbiri doğabilir miydi?
FACEBOOK YORUMLAR