Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN

Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN

[email protected]

Kumrucuk Ana

28 Ocak 2022 - 12:41 - Güncelleme: 29 Ocak 2022 - 19:48

Baş örtülü bir kadın balkona çıkmış, sağ elini “durun” der gibi havaya kaldırmıştı. Evet oydu, Kumrucuk’tu bu. Hançeresinin bütün gücüyle bağırdı:   -Dinleyin ey gafiller! Ey iki cihanda lekeliler! Bugüne kadar ben sizin için çalışmadım mı behey insafsızlar? Sadece insafsız değil cahilsiniz de.

Salonda yapmacık bir sis vardı. Loş ışığın ve yapmacık sisin esrarengiz havası içinde genç erkekler ve kızlar kendilerinden geçmişlerdi. Omuzlara dökülmüş saçlar bir sağa bir sola gidip geliyordu. Deniz kabuklarıyla tespih tanelerinden yapılmış gerdanlıklar ileri geri sallanırken tuhaf sesler çıkarıyorlardı. Birbirlerine yapışmış gibi duran kızlar ve delikanlılar çılgınca eğleniyorlardı. Sahnedeki Kumru,

-Aha yine aha yine, dedikçe gençler de “aha yine” diye bağrışıyorlar, birinci “aha yine”de sağ ellerini açarak sağ kollarını omuzlarından ileriye doğru atıyorlar; ikinci “aha yine”de sol kollarını ileri doğru uzatıyorlardı.

Ritmin en heyecanlı yeri burasıydı. Kumrucuk da bu sözlerin elektriğini fark etmişti; “aha yine, aha yine”yi durmadan tekrarlıyordu. Beş defa, on defa…  Şarkının diğer sözleri unutulmuş gibiydi. Saçların arasındaki terli başlar hafifçe öne eğilince unutulan sözler Kumrucuk’un aklına geliverdi:

Binmişiz bir alamete / Gidiyoruz kıyamete / Selam söyleyin o cahil / Havva ile Âdem’e / Aha yine aha yine…

İşte yine kollar omuzlardan ileriye atılıyordu. İşte yine coşkunun doruğundaydılar. Yüzlerce beden, tek beden olmuş gibiydi; aha yine aha yine, diye çığlık atıyorlardı.

Aha yine şarkının öteki sözleri hatırlandı. Sona doğru gelinmişti. Kumrucuk,

-Kırmızı, mor yeşil, lila / la la laa, ne şahane, derken mikrofonu elinden atar gibi, yatar gibi yaptı. Ama işte bütün enerjisiyle dimdik ayaktaydı.

Gençlerin enerjisi ise daha da artmıştı. Kumrucuk susmuştu ama onlar yine haykırıyorlardı:

-Aha yine aha yine!…

Gençler eğleniyorlardı. Gençler terlerini döküyorlardı işte. Atalarımız “alın teri, göz nuru” dememiş miydi, işte onlar da ter döküyorlardı. Zaten cahil Âdem ile Havva yüzünden dünyaya atılmamışlar mıydı? Cahil olmasalar yasak meyveyi yerler miydi? Tanrı onları cezalandırmamış mıydı? Tanrı, “Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde yerleşip bir süreye kadar geçineceksiniz.” deyip onları dünyaya sürmemiş miydi? İşte şimdi dünyadaydılar ve

-Binmişiz bir alamete / Gidiyoruz kıyamete, deyip duruyorlardı. Kime ne zararları vardı?

Fakaat…

-O ne demek öyle? “Cahil Havva ile Âdem’e selam söylemek” filan? Sensin cahil bre gafil!

Enerjilerini başka türlü israf eden birileri öfkelenmişti bu sözlere. Bu Kumrucuk mudur, saksağan mıdır, kuzgun mudur, her neyse, haddini, hududunu bilmelidir. Sayın büyüğümüz “Sen seni bil sen seni / Sen seni bilmezsen / Patlatırlar enseni” demiyor muydu? O zaman biz de terimizi mukaddes yolda döküp bu gafillerin haddini bildirmeliydik. “Enerji öyle israf edilmez, böyle sarf edilir.” deyip yollara dökülmeliydik. “Bizden başka sokaklara dökülen olursa gittikleri yere kadar kovalarız, ona göre. Herkes haddini, herkes hakkını bilmeli.”

Dahası da vardı. Herkes aklını başına alıp bunun bir beka meselesi olduğunu anlamalıydı. Baki kalmak ancak hareketle mümkündür, millî olmakla mümkündür. Enerji öyle sarf edilmez, böyle sarf edilir, deyip alternatif enerji sahipleri yollara düştü. Kumrucuk’un evi önünde toplanmışlardı. İçlerinden biri “aha yine aha yine” diye mırıldanıp omzunu oynatacak oldu. Öfkeli bakışların eziciliği karşısında neredeyse yere yapışacaktı. Böyle densizlik olur muydu? Burası son kaleydi. Âdem Babamız ile Havva Anamıza kim cahil diyebilirdi? Bu ülkenin bekasını kim tehlikeye atabilirdi? Hangi kuzgun gaklayabilirdi bu mukaddes semalarda?

Öfkeli bakışlar ve öfkeli çığlıklar arasında birden evin balkonunda bir hareketlenme oldu. Baş örtülü bir kadın balkona çıkmış, sağ elini “durun” der gibi havaya kaldırmıştı. Evet oydu, Kumrucuk’tu bu. Hançeresinin bütün gücüyle bağırdı:

-Dinleyin ey gafiller! Ey iki cihanda lekeliler! Bugüne kadar ben sizin için çalışmadım mı behey insafsızlar? Sadece insafsız değil cahilsiniz de. Başınızı eğip dinleyin, Sûretü Tâhâ’dan okuyorum. Sesinin en güzel tonuyla bir hafız gibi tilavete başladı:

-Fe-ekelâ minhâ fe-bedet lehumâ sev’âtuhumâ ve tafiķâ yaḫsıfâni aleyhimâ min-varaķi’l-cenneti ve ‘asâ Âdemu rabbehû fe-gavâ.

-Ne diyor, biliyor musunuz yüce Tanrı, dedi. Birden toparlanıp düzeltti:

-Ne diyor biliyor musunuz Allahu azîmüşşan? Şöyle buyuruyor: “İkisi de yani Âdem Babamız ile Havva Anamız o ağacın meyvesinden yediler. Edep yerlerinin açıldığını gördüler ve cennet yapraklarıyla örtünmeye başladılar. Ve ‘asâ Âdemu rabbehû, Ve Âdem rabbine asi oldu. Duydunuz mu cahiller, Yüce Allah buyuruyor, “Âdem asi oldu” diyor. Onunla yetinmiyor, fe-gavâ, diyor. Gayy, yani azgınlık, sapkınlık. Âdem azıttı, sapıttı, yoldan çıktı, diyor. Allah’ın dediğine mi itiraz ediyorsunuz?

Kısa bir süre düşündü. Çocukluk günleri geldi aklına. Kolejin o mutena odasında babasının her gün Hocaefendi hazretlerini dinlediğini hatırladı. Hocaefendinin bütün vaazları videokasetlerdeydi. Babası hem dinler, hem gözyaşı dökerdi. Hocaefendi gözyaşları içinde “Odadakilere çay getiren o yoksul, o küçük yavru kolundaki saati çıkarıp bu da benim sadakam olsun hizmete” derken babası da hıçkırıklar içinde kalır, sallanıp dururdu. Daha küçücüktü Kumrucuk. Ama başını örtüp Kur’an’ı ne güzel okurdu!

Düşüncesinden koptu, ayetin arkasını okudu. O bir şarkıcıydı, en dokunaklı sesiyle, aşk ile ve şevk ile okudu:

-Summe ectebâhu rabbuhû fe-tâbe aleyhi ve hedâ. “Sonra yine onu, yani Âdem’i, rabbi arıttı, tövbesini kabul etti ve onu hidayete erdirdi.”

Bekacılardan biri kendinden geçmişti. Kumrucuk’un ağzından hidayet sözü dökülürken sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Cezbeye kapılmıştı. Sanki gökten bir melek inmiş, Allahü azîmüşşan’ın ayetlerini okuyordu. Diğer bekacılar başlarını eğdiler, ağlar gibi oldular. Bazıları mendilleriyle gözyaşlarını sildiler.

Gazeteler, televizyonlar haftalarca bu olayı yazıp çizdi, bu olayı konuştu. Kimisi Kumrucuk’tan ve tabii sanattan yanaydı, kimisi kutsalların dokunulmazlığından. Hiç kimse de seviyeden, kaliteden dem vurmuyordu. Hiç kimse,

-Bunlar nasıl şarkı sözleri, bu nasıl güfte, bu kadar ilkel, bu kadar seviyesiz güfte olur mu, demiyordu.

Galiba üçüncü haftanın sonuydu, konu kapanmış gibiydi. Yalnız Kumrucuk’un evinin önünden geçenler, kalabalık bir insan kuyruğuyla karşılaşıyorlardı. İçeri girebilenler o melek yüzlü Kumrucuk’a elini yüzünü sürüyor, ondan derdine çare bulmasını istiyordu. Kumrucuk artık Kumrucuk Ana olmuştu.
İlk yayın: https://millidusunce.com/kumrucuk-ana/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum