2018 yılının soğuk bir kış gecesi. Urumçi’nin tenha sokaklarından birinde ışıkları sönmekte olan eski bir ev. Abdukadir Calalidin çalışma masasından yeni kalkmış, yatak odasının son ışığını da söndürüyor. Son günler ne kadar sıkıntılı geçmiş olursa olsun, yatağında az da olsa huzur bulacak. Belki de çocuklarıyla ilgili azatlık rüyaları görecek. Fakat o kahrolası tokmaklar işte onun da kapısını dövüyor. Zavallı eski ve köhne ev yıkılacakmış gibi. Komşu evlerin ışıkları sönüyor. Uykuya yeni dalmış olanlar gözlerini kırpıştırarak açıyorlar, fakat elleri lambaların düğmesine gitmiyor. Evler karanlık, pencereler kapkara. Abdukadir yavaşça açıyor kapıyı ve kendisini bir karanlığın içinde buluyor. Kara bir çuvalın içine sokulmuş başını kımıldatmak istiyor ama tokmaklar iniyor başına. Bir arabanın içine itildiğini fark ediyor. Son işittiği ses bir motor sesidir.
Abdukadir’in gözleri karanlığa zorlukla alışıyor. Soğuk, kara ve yalnız bir odanın köşesine atılmıştır. Nice Uygur’un başına gelen, işte onun da başına gelmiştir. Demek ki günlerden beri söylenenler doğru imiş. İnsanların birer birer kaybolduğuna dair söylentiler doğru imiş. Babalarından haber alamayan çocuklar, kocalarından haber alamayan eşler doğru imiş. İşte şimdi Abdukadir’den de haberleri olmayacak. Nereye götürüldüğünü, nerede olduğunu kimse bilmeyecek.
Aslında bu, tek bir olay değildir. Dünyanın unuttuğu Kâşgar’da, Hotan’da, Aksu’da, Urumçi’de, Turfan’da bir süreden beri bu olaylar yaşanmaktadır. İnsanlar beklemedikleri bir anda evlerinden, iş yerlerinden alınmakta; kamplara ve hapishanelere doldurulmaktadır. Urumçi Pedagoji Üniversitesinin hocası Abdukadir Calalidin de neredeyse üç yıldır ailesinden, çocuklarından haber alamamaktadır. Aile de Abdukadir’in nerede olduğunu bilmemektedir.
Abdukadir bilim adamıdır. Ama aynı zamanda şairdir. Üç yılın hasreti yüreğine işlemiş, hatta kemiklerini delip geçmiştir. Bir şiir yazar belki bir gazete parçasına, belki de ekmeklerin sarıldığı bir kâğıda. Ve o kâğıt her nasılsa uçup çıkar hür dünyaya. Şiir kanatlıdır, dünyanın unuttuğu yerlerden, dünyanın bir türlü işitmediği acılardan haber uçurur bir yerlere. Kanatlıdır şiir, yüreklere konar, dillere konar. Güzel Uygur kızı Mukaddes Mijit’in dilinde hayat bulur. Mukaddes Hanım şiiri, sakin yüzüyle, fakat yüreğinin titreyen telleriyle dillendirir:
Bir buluŋda yegânimen, nigârım yok,
Kiçiliri kara bastı, tumârım yok,
Bu hayattın özge yeme ḫumârım yok,
Cimcitlıkta ḫıyâl ezdi, amâlım yok.
Bir köşede yalnızım, sevdiğim yok,
Geceleri kara bastı, tılsımım yok,
Bu hayattan başka, hiç isteğim yok,
Sessizlikte hayaller ezdi, çarem yok.
Men kim idim, nime boldum, bilelmidim,
Kimge deymen dil sözümni, diyelmidim,
Yâ pelekniŋ ḫuy peylini sizelmidim,
Yar kışiŋge baray deymen, karârım yok.
Ben kim idim, ne oldum, bilemedim,
Kime deyim yürek sözümü, diyemedim,
Belki de feleğin işini sezemedim,
Yâre varmak isterim, karârım yok.
Pesillerni bilip turdum burceklerdin,
Hiçbir ḫever alalmidim çiçeklerdin,
Bu sığınişler ötüp ketti süŋeklerdin,
Kandak yer bu, karârım bar, yanarım yok.
Mevsimleri fark ettim çatlaklardan,
Hiçbir haber alamadım çiçeklerden,
Bu özleyişler geçip gitti kemiklerden,
Nasıl yer bu, karârım var, yolum yok.
(Şiir: Abdukadir Calalidin / Türkiye Türkçesine Çeviren: Ahmet Bican Ercilasun)
Şair aslında “dönüşüm yok” diyor. Evine, yuvasına sevdiklerine dönmek istiyor fakat dönüşü mümkün değil; “yanarı” yani dönüşü yok. Yıllardan beri öyle bir yere atılmış ki ancak duvarlardaki çatlaklardan mevsimlerin geçtiğini fark edebiliyor. Evinden, yuvasından haber alamadığı gibi, belki de zindan duvarlarının hemen ötesindeki çiçeklerden de haber alamıyor. Özleyişleri bile artık kemiklerinin içinden geçip gitmiş, yok olmuştur. Bir insan, evet canlı kanlı bir insan karanlık bir köşede âdeta kurutulmuştur. “Özleyişlerin kemikleri delip geçmesi”… Zindandaki yalnızlık ve habersizlik bundan başka nasıl ifade edilebilir ki!… “Ben kim idim, şimdi ne oldum, bilemiyorum.” İnsanların kimliklerini elinden alan zalim bir uygulama ile karşı karşıyayız. Çinlinin çapaklı gözleri, Uygur’a, Kazak’a, Tibetli’ye, Moğol’a tahammül edemiyor. Soykırım, tarihî kodlarında var Çinlinin. Tam 1288 yıl önce Bilge Kağan bu kodu keşfetmiş ve ona “urugsıratmak” adını vermiş, yani “soyunu kurutmak”. 732 yılı, jenosit kavramının belki de dünyadaki ilk kullanıldığı yıldır. Abdukadir şimdi ona “pelekniŋ ḫuy peyli” diyor, yani “feleğin huyu, feleğin işi”. Buradaki felek, gözü çapaklı, eli tırpanlı Çinlidir. Binlerce yıldan beri taşıdığı huyu değiştirmemiştir. Dünyanın gözü önünde insanları karanlık zindan köşelerinde unutulmaya terk etmekte, insanlara kimliklerini unutturmaktadır: “Men kim idim, nime boldum, bilelmidim.” Gönül sözünü kime söyleyecek? “Diyelmidim” diyor şair, Gönül sözümü hiç kimseye söyleyemedim. Allahım, bu nasıl yer, bu nasıl bir karanlık, bu nasıl bir yalnızlık, “Kandak yer bu?” Dünyada böyle bir yer var mı? İşte orada: Kâşgar’da, Urumçi’de, Turfan’da…
Artık hayal de kuramıyor şair. Hayalleri altında ezilmiştir. Böyle bir şey olabilir mi? İnsanın hayallerinin bile yok edildiği bir yer olabilir mi? Öyle bir cimcitlik, öyle bir sessizlik ki sadece hayatını kurtarmak istiyor şair. Hiçbir emeli, hiçbir arzusu, hatta hiçbir hayali yok. Özlemleri zaten kemiklerini delip geçmiş. Böyle dese de Abdukadir, onun duyguları tortop olup bir kara deliğe dönmüş ve işte uzayın boşluklarından dünyamızın öte yanındaki sağır kulaklara ulaşmıştır.
Şiirin adı “Yanarım Yok”. Bence bu şiir 21. yüzyılın şaheserlerinden biridir. 21. yüzyıldaki Çin zulmünü, Çin soykırımını dünyaya duyuran, geleceğe aktaran bir şaheser. İnsanlığın ölmediğini, duyguların öldürülemediğini, şiirin hâlâ nefes aldığını gösteren bir şaheser. Hür dünyadaki Uygur teşkilatları bu şiiri yaymalı ve hatta Abdukadir Calalidin’i Nobel’e aday göstermelidir.
Evet, zulüm ve karanlık bitmedi. Fakat duygular da bitmedi, şiir de bitmedi. Şairin dönmeye yolu yoksa da, “yanarı” yoksa da şiiri yaşamaya devam ediyor. “Dil sözüŋni işittim Abdukadir; dünya mu işitidu dep umarım / ümitim bar.”
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun
FACEBOOK YORUMLAR