SU MEDENİYETİ
Su, insan hayatının temel kaynaklarından biri ve canlı hayatının başlangıcıdır. İnsan vücudunun temel yapıtaşlarından olan hücrelerin büyük bir kısmı su ile kaplıdır. İnsan vücudundaki kanın %92’si, kemiklerin %22’si, beynin ve kasların %75’i sudur. Buradan da anlaşılıyor ki insan vücudunda %50- %75 arasında su bulunmaktadır.
Canlılar hayatlarını devam ettirebilmek için her zaman suya ihtiyaç duymuşlardır. Özellikle insanoğlu kendisinin su ihtiyacının yanı sıra tarım faaliyetleri içinde temiz su kaynaklarına ihtiyaç duymuştur. Bu nedenle tarih boyunca birçok medeniyet su kenarlarında kurulmuştur. Bunun yanında suyun taşınması, korunması, kullanılması ve su kaynaklı afetlerden zarar görmemesi için birçok teknolojik yöntemler geliştirilmiştir. Tarihin ilk dönemlerine baktığımızda medeniyetler ve yerleşim alanları önemli nehirlerin kenarlarında kurulmuştur. Bunlara örnek verecek olursak genelde Dicle, Fırat, Nil, Ganj, Amazon ve İndüs nehirleri boyunca kurulan medeniyetleri gösterebiliriz.
İnsanlar suyun varlığı ile kendilerine yaşam alanı oluşturdukları yerlerde, suyu şehir merkezlerine taşımak için de çeşitli yöntemler kullanılmıştır. 11. yüzyılda Anadolu’da yaşamış olan Ebül-iz Cezeri mekaniğin temeli olan çeşitli su makineleri icat etmiş ve bu makineler, 18.yüzyılda geliştirilen makinelerin çalışmasında kullanılmıştır. Osmanlı döneminde de suyun şehir merkezlerine getirilebilmesi için bentler ve su kemerleri yapılmıştır.
Bunun yanı sıra insanların yaşadıkları şehirlerin bir çoğunda nehir, dere veya çay bulunurdu. Ortaokul da okuduğumuz yıllarda da Türkiye’nin bu anlamda zengin su kaynaklarına sahip olduğunu ve hemen hemen bütün bölgelerimizde nehirler, çaylar, derelerin olduğunu öğrenmiştik. Hatta hiç unutmuyorum memleketimiz Manisa bile bu manada zengin su kaynaklarına sahipti. Gediz nehri bir yandan, Bakırçay bir yandan gürül gürül akarak Ege Denizi’ne dökülürlerdi. Ama maalesef insanoğlu tabiatı, vahşice çok hor kullanması sonucunda bu nehir ve çaylar sanayi atıkları ile kirletildi. Çocukluğumuzda adeta içilebilir berraklıkta olan ve içinde balıkların yüzdüğü bu su kaynaklarını kirlettik, tahrip ettik ve kurumasına sebebiyet verdik. Hatta bazı yerlerde derelerimiz şırıl şırıl şehrin içinden akıp giderdi. Hoyratlığımız ve bitmez, tükenmez hırsımızdan bu nehir, çay ve derelerde hayatımızdan çekildiler. Birçok derenin üstü kapatıldı. Kimi yerlerde üstlerinde binalar dikildi. Kimi yerlerde yollar yapıldı. Her ne gerekçe ile yapılıyor olursa olsun şehirlere ayrı bir güzellik katan bu nehir, çay ve dere yatakları bozulmamalıydı. Şehirlerimize güzellik katan ve insanlara dinginlik veren berrak akışlarındaki şırıltı sesleri kesilmemeliydi. İnsanoğlu sulara verdiği bu zarar ile tabiata da çok büyük bir kötülük etmiş oluyor.
Ecdadımız dünyada hüküm sürdükleri zaman diliminde suya çok büyük önem vermişlerdir. İnsanlar içilebilir ve temiz suya ulaşabilsinler diye büyük emekler ile şehirlerin her bir tarafına çeşmeler yaptırmışlar. Bu çeşmelerden bütün ahali istifade edebilsin diye düşünmüşler bu konuda hayrat çeşme yaptırmak isteyenler adeta sıraya girmişler, hayırda yarışmışlardır. Bizim dinimizin bir inceliği de su ile alakalıdır. İnsanlara su ikram etmek, dinen makbuldür. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur:
“Günahı çok olan, bol su dağıtsın!”
Peygamber Efendimizin bu emrine uyarak, üç-beş kuruş biriktiren, çeşme yaptırır veya susuz bir beldeye künklerle su getirtirmiş. Bunları yapmaya muktedir olamayanlar da, sıcak günlerde evinin ya da dükkânının önünde gelip geçene sebil olarak serin su dağıtırlarmış. Yol kenarlarına gelip geçenlerin su içmelerini sağlamak için tahta su olukları konur ve içinde su bittikçe belirli aralıklarda su ilave edilirmiş.
Osmanlı padişahları ve idarecileri, şehre gelen içme sularını, su havzalarını ve su yollarını korumada da büyük hassasiyet göstermişlerdir. Suların şehre geldiği yol güzergâhının her iki yakasında en az 3-4 metrelik alana yerleşim birimleri yapılmamasını ve ziraatla uğraşılmamasını temel esas olarak benimsemiş ve bunu titizlikle tatbik ve takip etmişlerdir.
Âdeta birer sanat âbidesi olan Osmanlı şehirlerinin meydanlarını süsleyen çeşmeler, daha ziyade ileri gelen şahsiyetler tarafından yaptırılır ve her biri, bir itibar sembolü sayılırdı. Hatta öyle ki Topkapı Sarayı önündeki Sultan III. Ahmed Çeşmesi, emsalsiz güzelliktedir. Âdeta bir su sarayıdır. Hatta bir ecnebi seyyah, “Bunu cam fanus içine almak lâzım” demiştir. Küçük bir modeli, Üsküdar Meydanı'nı süslemektedir. İki oğlu padişah olan Gülnûş Vâlide Sultan, Üsküdar’daki Yeni Câmi’yi yaptırır ancak ömrü çeşmeyi tamamlamaya yetmez. Bunun üzerine oğlu, Lale Devri Padişahı Sultan III. Ahmed çeşmeyi yaptırtır. Çeşmenin suyu bol ve devamlı akarmış. Buradan aldıkları suyu parayla sattıkları için, sakaların bu vakıf çeşmesinden su almalarına izin verilmezmiş. Zira bu tip vakıf çeşmelerinden, zengin-fakir herkesin parasız istifade etmesi esası benimsenmiştir.
Tarihimizin her anı su ile ilgili medeniyetlere şahitlik etmiştir. Hatta öyle bir kültür mirası sanat bırakmışız ki, bugün bile adından söz ettiriyor. Bu kültür mirasının adı 'Su yüzü' anlamına gelen ebru sanatıdır. Ebru sanatı derinliği ve bıraktığı izler açısından yüzyıllar boyunca dünya sanat tarihinde yerini koruyacaktır.
Büyük divan şairimiz Fûzulî “su kasidesi” ile su üzerine şiirler ve hikayeler yazılabileceğini ortaya koymuştur.
Ünlü şairimiz Necip Fazıl Kısakürek suyun önemini şu şekilde izah etmeye çalışmıştır:
Su duadır, yakarış, ayna, berraklık, saffet;
Onun madeni gökte, altınlar gibi sarfet!