SON İSTASYON
Uzun yıllar önce işçi olarak çalışmak üzere Avrupa’ya gitmişti. Oralarda zorlu bir hayat, her insanın benzer hayatı gibi akıp geçmişti.
Artık bir şeylere özlem ve merak duyma zamanıydı. Eve dönüş zamanıydı.
40 yıl dile kolaydı. “Yıllar hızlı geçti. bundan sonrası ‘Son istasyon,’ diye düşünüyordu. “Her insanın hayatında son istasyonlar vardır.”
Yabancı bir ülkeden, doğup büyüdüğü sahil kasabasına dönüş arzusu harikulade duygular uyandırıyordu.
Onu sevgiyle bekleyen hatıraları yeniden keşfetmek ve bu hatıraları saklandıkları köşelerden çıkarmak istiyordu. Huzurlu ve mutlu olacaktı.
Dört saatlık bir yolculuktan ve içindeki garipsi bir huzursuzluktan uyandıktan sonra kendisini İzmir Havalimanı’nda buldu.
,
Bir taksi kiraladı ve doğru çocukluğunun geçtiği sahil kasabasının yolunu tuttu.
Vardığında, bir şeylerin iyi gitmediğini hissetti. Hasretin de eski tadı duyulmuyordu sanki.
Şoföre, mahallesinin yerini tarif etti. Ama mahallesini bulamadı. Evini de bulamadı. Mahallesi ortalıkta yoktu. Mahallesi ve evi kaybolmuştu. Hiç mahalle kaybolur mu? İşte kaybolmuştu. Bulvar, meydan, cadde ve sokaklar kayıplara karışmıştı. Üstelik mahalle, cadde ve sokak isimleri bile değişmişti.
Bir zamanlar o temiz yürekli komşuların yaşadığı bahçeli ve çiçek kokulu evlere ait izler silinmişti.
Mahalledeki evler yıkılmış, yerlerini çok katlı bina ve apartmanlar almıştı.
Eski bakkal, eski fırın, eski terzi, eski yorgancı, eski kunduracı, eski marangoz, eski manav, eski kitapçı, eski kasap alıp başlarını bir yerlere gitmişlerdi.
Mahalle kahvesi de yoktu. Bu kahvede; her akşam üstü, çok kültürlü, en az iki lisan bilen insanların yaptığı; diğer mahalle, köy, ilçe ve illerden gelen misafirlerin de katıldığı fen ve sosyal bilim dalları ile günlük dünya meseleleri hakkındaki sohbetleri hatırladı. O bilge insanları tek tek andı ve onlara dualarını gönderdi.
Kasabanın dağ ve yamaçlarındaki zeytin ve incir ağaçları kesilmiş, çevre, araba ve villalarla doldurulmuştu.
Ne bir kuş sesi, ne bir ağustos böceği melodisi, ne bir çekirge çalgısı, ne bir kelebek dansı, ne bir böcek vızıltısı, ne bir çiçek kokusu, ne bir rüzgar esintisi, ne bir otun hışırtısı vardı etrafta.
Kasabayı hiç tanımadığı ve hiçbir zaman tanıyamayacağı insanlar sarmıştı.
Bir dükkana girdi. Komşularını sordu. Hiç kimse tanımadı. O da bu yeni insanları tanımadı. “Sen mahalleyi tanımazsan, mahalle de seni tanımaz,” dedi bir ses içinden.
Bütün kasabayı gezdi. Yeni inşa edilen caddeler, sokaklar ve yapılar… Tanıdık bir yüze rastlamadı.
Hatıralarını aradı. Hiçbirini derinliklerden çıkaramadı. Bir anlam veremedi. Demek ki hatıralar bile burayı terketmişlerdi.
Burası neresiydi?
Bir zamanlar çınar ve çam ağaçlarının gölgesindeki mahalle kahveleri, okul yolları, parklar ve çay bahçeleri; şimdi oteller, alış veriş merkezleri, pastaneler, kafe denilen yerler, müzik salonları, lokantalardı.
“Bu dünya hayatında, hayaller mi gerçeğe dönüşürdü? Yoksa, gerçekler mi hayallere dönüşürdü?” diye aklında geçirdi.
Oysa insanlar yıllar geçtikten sonra köklerine dönerlerdi. Ne var ki bu defa geçmişin kökleri kalmamış, hepsi götürülmüştü. Bu sıra dışı bir şey miydi?
Kafası iyice karışmıştı.
*
Şöyle bir çevresine yine baktı : Nesneler ve özneler ne kadar çok değişmişti. Eski mahalleler, eski kasabalar, eski kentler, eski insanlar sürekli değişiyorlardı. Her şey değişiyordu. Hasret duyguları değişiyordu. O da değişiyordu.
“Demek, hayat böyle bir şey,” diye doğruladı içinden. Çok bilinmeyenli değişken bir denklemdi. Anlaşılır gibi değildi.
Tam o sırada, yağan yağmurun getirdiği gizemli yalnızlık, akşamın alacakaranlığı ile birlikte kasabaya iniyordu.
O da birdenbire, yerinin burada olmadığını, başka yerlerde onu beklediğini anladı.
Hüzünlü ve biraz da tarifsiz düşünce ve duygular içinde, yanındaki şoföre : “Burası son istasyon değilmiş. Geri dönüyorum. İzmir Hava Limanı!” dedi.
FACEBOOK YORUMLAR