Yazı neyi tutar, yazı gerçekten neyi zapteder, dilimde dönüp duruyor bu soru. Sorular kitaplara, kitaplar düşüncelere, düşünceler hayata karışıyor. İyi ki yazı var, iyi ki yazılmış olanlar var diye de teselli buluyorum bir yandan. Çünkü, bugünün nice süreğini beklenmedik şekilde yine yazıda buluyorum.
Eskiden bir şehre girilirken heyecanlanılırdı. Merak ve hayretin birlikte dövdüğü bu duyguda bilinmez olanın çekimi de saklıydı. Çok eski zamanlar bir tarafa 1990’lı yıllar boyunca henüz tam ‘inşaat talanına’ uğramamış pek çok şehre ilk kez girmiştim böyle. Şimdilerde ise hangi şehre girsek boynumuzdan sürüklenen kurbanlık gibi geriliyoruz. ‘Nereye gitsek aynı yerdeyiz’ hissi yakamızı bırakmıyor. Geçen hafta Ali Ayçil ve Senail Özkan ile birlikte yol aldığımız Bursa yolunda zihnim okuduğum kitap sebebiyle dipten tırtıklanıp duruyordu. Fahrettin Altay’ın anılarına gömülmüştüm. Özellikle on bir gün misafir olarak kaldığı Çankaya Köşkü’ne dair yazdıkları çok yönden akan türlü sorular eşliğinde zihnimde sıçrayıp duruyordu.
Yolda, Ali Ayçil kendisinde yer eden ‘otel odası’ sevgisinden söz açmış ve birbirinden ilginç hatıralarla bu fikrini genişletmişti. Bir ‘Otel Kitabı’ düşüncesinin onu sarmasını önerdim. Cevdet Karal’ın nice zamandır üzerine çalıştığı ‘Büyük Boşluk Oteli’ dosyasından dem vurdum. Hayatın sığdığı bir otel odası neleri neleri saklamazdı ki? Benim de kendime göre otel fikrim oluştu zamanla. Seyahat eden insanın sadece sığınağı değildir çünkü otel. Bir tür rahim arayışı mitinden mağara devrine ait pek çok arkaik ve antropolojik izi de taşır. Geçici de olsa bir süreliğine insanda uyuşturucu etkisi yapan otel, modern dünyanın uluslararası ölçekte ortak dillerinden birisi artık. Oteli, onun kuluçka etkisini konuşmak elbette güzeldi fakat Evliya Çelebi’nin ‘velhasıl Bursa sudan ibarettir’ diye çerçevelediği şehre girerken o kabus tekrar üzerimize çöktü. Tarihte kültürel merkez olmak yönünden İstanbul’dan önde duran Bursa, şimdi, arabayla 1,5 saatle varılabilecek bir İstanbul süreği görüntüsünde. Bir şehre girmek korkusu bütün hışmıyla size hücum ediyor. Ve tekrar zihnimde Fahrettin Altay’ın yazdıkları canlanıyor...
Çankaya’da konakladığı on bir gün süresince pek çok olaya tanıklık eden İstiklal Savaşı komutanlarından Altay, zaman zaman günün Ankara’sını dolaşır. ‘İnşaat’ ve arsa alıp satmanın geleceğine dair duyduklarına pek akıl erdiremez. Yeni cumhuriyetle beraber yeni şehir de çatılmaktadır. Şekli olanın şiddeti her yanı kuşatmıştır. Bazı eski askerler ise ticaret yapmaya başlamışlardır. İnşaat, inşaat diye tekrar konuşur paşamız.
Kitaplar aktif varlıklardır ve bizi oradan oraya sürüklemekten geri durmazlar. Ben de Fahrettin Altay’ın tanıklıklarını okurken, acaba, dedim kendi kendime, bizim Anadolu’yu baştan başa kuşatan inşaat aşkımızın, ki günümüzde daha şiddetli devam etmektedir bu aşk, kökünde bir varoluş korkusu mu saklı? Mesela, cumhuriyetin ilk başkenti, Ankara gibi şehir yönünden kıraç bir merkez değil de Bursa, Edirne, Kütahya, Konya gibi bir yer olsaydı, tarihin akışı ontolojik yönden farklılaşır mıydı? Türkiye’nin ilk zenginlerinden birinin bakkallıktan yine bir inşaat ihalesi işini aldığını düşündüğümüzde, haksız mı sayılırım?
Bursa’da otelime yerleşip de perdeyi sıyırdığımda içimdeki korku daha da büyüyüverdi. Uludağ yolunun eteğinde kurulan otelin odası dillere destan Bursa ovasına bakıyordu. İlerde, sağda, bir metal sepet, bir acemice kıvrılmış büyükçe yeşil boru gibi stadyum, onun bir cephesinde yükselmiş binalar ve ufku eteklerinden çeken beton dalgalanışlar... Otelin önüne kadar yükselen beton beton noktacıklar. Sanki gittiğim her şehirde karşıma talihin bir karanlık şakası gibi çıkardığı soluk, silik ama vahşi inşaat tırtıkları. Acaba diyorum tekrar, Ali Ayçil bir otel kitabı yazarsa bu noktadan da bakmayı dener mi yaşadığımız zamana?
Böylece, gün gelip de tekrar yazıdan iz süreceklere bir şifa olur mu yazılacaklar? Yazı gelecekte itibarını korumayı sürdürebilecek mi ya da? Belki şimdi şehre inmeli ve asıl Bursa’dan kalan eserlerin arasında yeniden sormalı bunu. Sabah uyandığımda Kurosawa’nın ‘Düşler’i ile yarışan çiçeklenmiş şeftali ağaçlarıyla dolu bir mucize olmayacak. Fakat soracağız bu manzaraya bakıp yeniden. Yazı neyi saklar? Geçici ve kalıcı olan nedir şu âlemde?
FACEBOOK YORUMLAR