Her devrin her yazarın kendisine göre halleri var. Ev halleri başka, iş halleri başka, yeme içme halleri desen bambaşka. Yahya Kemal’in sofra hallerini biraz da acımasızca anlatanlar ne dereceye kadar gerçeğe bağlıdırlar şüpheli. Ahmet Haşim’in bu dünyadan ayrılışını hızlandıran dolma tepsileri ise dilden dile dolaşır. Yemek içmek denilince gerçi kimse Refik Halit Karay’ın eline su dökemez lakin yazar çizer dediğin adamın ‘şikemperestlik’le mutlak bağı olmalı. Edebiyat tarihimizden sofra fotoğraflarını çıkarsak geriye upuzun bir çöl kalır. Mai ve Siyah’ın başındaki sofra sahnesinin düştüğünü hayal bile edemeyiz. Han-ı Yağma bile sofraya, iştaha odaklanır. ÇNe var ki günden güne yazarlar hem kendi başlarına hem de dostlarıyla bir masaya oturup da zevkle yiyip içmekten mahrum kalıyorlar. Gazeteciliğin meşrebi kadar mezhebi değişeli beri simit ve çayın, köfte ve piyazın da tadı kaçmış durumda. Sayılı tuzu kurular dışında öyle oturup yemek içmek kimsenin harcı değil. Fiyatlar sadece can yakmıyor, şair ve yazarın ümüğünü sıkıyor. Yine de her şartta simit ve galeta var değil mi? Bu iki gururlu yiyecek bir şekilde yüzümüzü ağartmaya bizi zor şartlarda ayakta tutmaya hazır. Elimde olsa, galeta ve simite hele simite şehir simgesi katacak nitelik ölçütleri koyardım. Roma’da nasıl en lezzetli pizzalar ara sokaklarda zevk ve gelenek ehli ustalar tarafından hazırlanırsa işte öyle olmasını dilerdim. Ben galeta ve simite gönül düşürmekle kalmadım vaktiyle iki şairin karşılaşmasına şahit oldum. Daha henüz üniversitede okuyordum. Bir Ramazan bayramı arefesinde, iftara birkaç saat kala, Sezai Karakoç ile Cağaloğlu, Çatalçeşme sokak, Üretmen Han’ın 413 numaralı odasından çıkıp Babıali Yokuşu’ndan yürüyerek inmiştik. O Kadıköy’e geçecek, ben de Sirkeci’deki banliyö trenine binip Zeytinburnu’na gidecektim. Ertesi gün bayramdı. Normal şartlarda Sirkeci Garı’nın önünden vedalaşmamız gerekiyordu. Böylesi adamlar konuşmaya başladıklarında her şeyi unuturlar. Zihinlerinin hızlı ve yoğun işleyişi geçici bir gerçeklik duygusu kaybına yol açar. Neden bahsettikleri önemli değildir, o an coşkuyla konuşuyor olmaları öndedir. Nitekim öyle de oldu ve garı geçerek Eminönü-Kadıköy İskelesi önüne ulaştık. O an farkına vardı. Sen trene binmeyecek miydin, dedi. Sözünüzü kesemezdim, dedim. Yok canım ne olacak bazen unutuluyor böyle ayrıntılar, kabilinden bir cümle kurdu. Hadi gecikme madem. Git. Sabah telefonlaşırız nasıl olsa. Hayır hayır sizi vapura bindirmeden olmaz, derken şair ve galeta beliriverdi. Bize göre uzun boyu, poti sakalı, gülen gözleri ve elinde mini bir sopa gibi tuttuğu galetasıyla Sezai Karakoç’a atıldı. Cemal, dedi, sen miydin? Merhaba. Ya Sezo görüşemiyoruz bir türlü. Bak burada karşılaştık. Arefe günü olmasından olacak iskelenin önü insan kaynıyordu. Turnikelerin dışındaydık biz de. Fakat şair galetaya aldırmıyor, ağzında kolayca ezdiği bu sert görünümlü nimeti bir oyuncak gibi tutuyordu. Beni gösterdi, bizim gençlerden Ömer, Ömer Erdem. Bu da Cemal Süreya. Birden iki şair ve galeta geven bir ağzın arasında kalmıştım ki… Cemal Süreya geri döndü, Oğlum Ahmet baksana buraya, Sezo ile karşılaştık. Sezai Karakoç ile. Ve tamamladı, Ahmet Necdet, bilirsin Sezo. Sezai Karakoç biraz çekinik, biraz mahcup, çokça oralı olmamaya çalışıyordu ki Cemal Süreya’nın ağzındaki galeta hafiften püskürür gibi oldu çünkü esmer ve ismini bilmediğimiz bir kadın belirdi. İsmi Mehlika mı, Meliha mı? Biraz havada, biraz arada. Gözüm şairin galeta tutan ellerinde. Fakat el başka yerden uzandı. Cemal Süreya, bak bu şair Sezai Karakoç, deyince kadın elini uzattı. Hayatta olmayacak şeyler hep olurken gerçekleşir. Ben el sıkma, hele kadınların elini sıkıp sıkmama konusunda herhangi bir değerlendirmesine şahit olmamıştım Sezai Karakoç’un fakat bürosuna ziyarete gelen kadınların elini sıktığını çok görmüştüm. Belki de kendisinin de hesaplayamadığı bir iç refleksle elini uzatmadı ama saygı ifadesi takınırcasına öne doğru eğildi. Bu eğilişi özellikle ihsas ettirdi. Ne olduysa o zaman oldu. Şairin elindeki galetalar şenliğini yitirdi. Ağzındaki galetanın nötr fakat yalancı tadı kayboldu. Dur, dur o Sezai Karakoç, derken sözler uzun kamalar gibi etrafa savruldu. ‘Sen kim oluyorsun gerici adam, nasıl kadının elini sıkmazsın, benim elimi nasıl sıkmazsın’ diye bağıran sese Karakoç, oruç gibi pek kendisinin de inanmadığı bir kelimeyle karşılık verdi. Fakat bu istenmedik tatsızlık galetalar dahil şiir ve şairi de ezip geçmişti. Vapur yolcu almaya başladı. Sezai Karakoç ayrı Cemal Süreya ve arkadaşları ayrı girdiler içeri. O zamanlar Gösteri Dergisi’nde ‘Günler’i yazıyordu Cemal Süreya. İlk kez ‘öngün’ kelimesini gördüm arefe günü karşılığında. 910. nolu günlüğünde, biraz ayrıntısız yazar bu karşılaşmayı. Kitaplarında hala duruyor. Galeta desen un ufak.
FACEBOOK YORUMLAR