Kargapazarı Dağlarının koyu laciverdi silueti, Erzurum Ovasını henüz yokluyor. Bir kuru kadifeden dağ silsilesi sarıyor adeta bu ovayı ve şevkle bir avuç şifalı su diye kendisini sunuyor. Eğer geride, arkada, Palandöken sırtlarında gerinen ve birazdan doğacak güneşin saltanatına boyun eğecek olursanız Kargapazarı Dağları’nın Cemal Süreya şiirine yankıyan sesine de gecikirsiniz. Ne demişti Cemal Süreya, işte şunları şunları da dedikten sonra, o kıvrak o alev sarısı gülüşüyle ve bilerek kadınların bütün hünerlerini, ‘Kargapazarı Dağlarını dolanan yaşlı ve öfkeli bir otobüsteyim’ demişti. Öyleyse bu dağlar, şairin kanıyla da canlanıp çiçeklenmiş sayılırlardı eşkıyalıkta. İşte ben de şunca yıldır dindiremediğim bir yerden bir yere gitmek hevesiyle Erzurum’u geride bırakıp, tepede Tabyalar’da beni gözleyen bir çift gözün şanına sığınarak yol alıyordum. Bu bakir ve kimsesiz saatleri çok seviyorumdum.
Sağda tarafta binlerce ayçiçeği baş uzatıyorlar. Bir yandan içlerinde saklı birer isyan gövdesi taşıyan bu değirmi başların zülüfleri az sonra güneşin kılıçlarıyla taranacak. Geceden mülhem bir kaç su damlası gözyaşı niyetine toprağa düşecek.
Gitmeyi çekici kılan her zaman bilinmezliklerdir. Yol her seferde kendini derleyip toparlar adeta yeniden yaratır. Beni sabahın bu mahrem saatinden menzilime götüren şöför dilindeki Orta Anadolu düzlüğü keskinliği ile henüz yirmi iki aylık ikiz kızlarından söz açıyor. Bu alacalı sabahın yalın düzlüklerinde boy veren ayçiçeği başlarından ikisini tülbentle bu yüzden sarıyorum. Kargaya kuşa hedef olup telef olmasınlar diye sağına soluna korkuluklar dikiyorum. Yıllar yıllar önce Doğu Beyazıt, Ağrı Dağı ve Kars Platosu boyunca yol alırken düşünmüştüm ilkin bunu. İşte burada, bu geniş ovaya bir korkuluk olarak dikecektim kendimi. Bakalım hangi soğuk yel hangi yaban hayvan gelip sürtünecekti canıma. Şimdiyse zaman çoktan geçti. Cemal Süreya’nın Kargapazarı Dağlarına göz kırpan şiirini hiç unutmadım yanındaki sayman yardımcısını da. Yanılmıyorsam patronunun karısını zimmetine geçirip Amasya’dan Kars’a kaçırıyordu o sayman. Ve bir adam gazetede Marlin Monreo’nun resmine bakıyordu. Oysa ölmüştü sarı saçlı uçuşan etekli ikon. Bir ihtimal cennette Nietzsche’nin yanındaydı. Bunu şiirden öte kim bilebilir?
Yol akıyor ve bir yoruma göre Dede Korkut’un buralarda, bu platolarda can bulduğunu okuduğumu hatırlıyorum. Tepelerden vadilere, su yollarından dağ çiçeklerine, rüzgar uğultularından sudan köprülere, gecenin büyülerinden ince belli güzel bakirelere, Tepegöz gibi tuhaf yaratıklardan perilerle çiftleşen çobanlara değin hayal ve gerçek karışımı unsurlar etrafa yayılmıştı. Şimdi bu alaca karanlıkta bir Dede Korkut yakısı gibi canımıza sokuluşuna benziyordu kuşların uçuşu. Bazısı bir zaman tokatı şeklinde ansızın arabanın ön camında patlayacakmış gibi oluyor fakat bir el onu yukarı çekiveriyordu. Ta Muş Ovasından başlayıp, Kağızman, Kars düzlüklerine dek özgün bir krallık kuran kargalarsa tep temkinliydi.
Fakat güneşi kim durdurabilirdi ki? İşte çoktan Palandökenin omuzlarına basmış bir usanmaz sevdalı gibi Kargapazarı Dağlarına aynasının şavkını yansıtıp başını döndürmüştü. Şimdi de ilkin Bayburt sonra da Gümüşhane’ye çıkacak yola oklarını fırlatmıştı. Yıllar önce Harşit’in bir saklı serzeniş gibi akışında yatılı okumuş bir çocuğun gece korkularını dert edinmiştim. Yıllar bir bedene sığmayan elbiselerdi. Andıkça boğazda düğüm imkansız sevgililerdi.
Fakat yolun gücü karşısında kim durabilirdi? Ne Dede Korkut’un ‘bilici’liği ne Deli Dumrul’un ‘köprü başı tutuculuğu’. İşte olan oluyordu. Ve birden daha önce hiç olmamış olan oldu. Önce bir tilki yavrusu, çoktan bir tekerleğin altında can vermiş, karşıdan karşıya geçerken telef olmuştu. Yol neredeyse boştu. Sonra biraz daha ileride iri bir tilki telefi daha görüldü. Demek ki gece av doluydu. Ağustos sonu olmasına rağmen toprak, yeşilin sarı çalımlı müziğiyle endam ediyordu. Fakat birden uçuk çağla yeşili bir kaftan gibi eteklerinden zarif boynuna değin alımlı o dağ yükseldi. İnsana durma, in arabadan. Nefesin kesilinceye, ciğerlerin sökülünceye kadar koynuma koş diyordu sanki. Sonra bir tilki ve bir tilki daha. Alaca kargalar ve o tabela.
Kop Dağı geçidi. Böyle göstermişti tabela. Bir deli tay misali 2900 metrelere kadar yükselmiş sonra da mendilde erimiş kar gibi aşağıya dökülmeye başlamıştı Kop Dağı. Hayat böyle miydi? Dün birden altın bir zincir gibi parlıyor, sevgilinin boynu gibi nefes kesiyordu. Ve asıl, sanki dağ ünledi ve önümüze keklik salkımı döküldü. Evet evet, Kop Dağını aşarken gerçek kendi kanunlarını parçalamış bu kez kınalı keklik sekişleriyle yola serpilmişti. Yirmi iki aylık ikiz kızlarım var dedi tekrar sürücü. Yirmi iki adet miydi acaba keklikler? Sayılar Kop Dağını aşarken güneşin kirpiklerinde eriyordu. Kop Dağı geçilirken keklik görmek neyin nesiydi? Onlar yoksa keklik değil de babanın yaraladığı oğula şifalı çiçek toplamaya çıkmış kırk ince belli kız mıydı?
FACEBOOK YORUMLAR