Gençleri seviyorum, fakat canım şiir okumak isteyince Bâkî Efendi’yi açıyorum,” der Tanpınar, “Yeni Edebiyat Cereyanına Dair” başlıklı yazısında. Bu ifade edebiyatımızda en esaslı modern atılımları yapmış birisi için çelişkilerle örülmüş gibi görülür. Hatta gününü okuyamamış bir ruhun birden sürçmesi diye de yorumlanabilir. Gerçi sonradan ortaya çıkan mektuplar, günlükler, anılar Huzur yazarının bu keskin yorumunu biraz gölgeler. Gençlerden o denli uzak kalmadığı gibi onlara içlendiği bile söylenebilir. Yaşlanmanın gölgesinde üşürken her şeyin genç olanına gönül düşürür hep Tanpınar. Bununla birlikte içimizde zaman zaman parlayan ve o güne kadar fark etmediğimiz yönlerimizi aydınlatan tarafları yok mu klasik olana dönüş isteğinin? O, bu sözüyle farkında olmadan pek içkin bir tarafımıza istemeden ışık tutmaz mı? Gününden sıkılmak sıklıkla görülen bir ruh hâli. Kendi bağlamında haklı gerekçeleri var bu hissin. Nice yerli yerini bulmuş, durmuş ve oturmuş şey düzeniyle bizi tedirgin eder. İçimizde düzensizliğe doğru çalışan bir iştiyak daima gövermeye hazır bekler. Tıpkı gençlerin klasik olanlara, geçmişe, geleneğe göz kırpanlara mesafeli kalmaları gibi belli yaşa gelmişler de gençleri okumakta gecikebilirler. Elbette gençler tabiatları gereği başta klasik olan pek çok şeye karşı dururlar. Sanki salt literatür tarafından yükselen etkiyle değil, içten gelen bir itkiyle yaparlar bunu. Kişi sadece yaş aldıkça, dönüşümlerin eşiğine oturdukça mı hisseder klasik olana dönüş ihtiyacını? Bir kere lezzeti dimağa yerleşti mi bir daha yeri doldurulamayan anne reçelleri çocuklukta aklı baştan almaz mı? Sonra da o tat klasik olup tahtına sonsuzca konmaz mı? Bizi biz yapan, kişiliğimizin temelini kuran maddi ve manevi lezzetlerin durağan olmayıp aksine akışkan olduğu iddia edilemez mi? Tanpınar da yeninin lezzetini klasik olandan çıkararak almak istemiş olamaz mı? Öyleyse, klasik olanın, esere dönüşmüş ve zamanla tartılmışın hazzı belki farkında olmadan ilk gençlikte tadılır. Sonraya bağlamaya gönlüm elvermiyor bu sebepten klasik olanı. Mimariden musikiye, resimden heykele, şiirden tiyatroya hasılı estetik değer taşıyan hemen her alanda yakamozlanır daima, klasik olan. Diyeceğim, güncel onca moda ve akım arasında sınırı aşan, saklıca içimize yerleşen, tuzu eksilmiş vücuda tuz tadı katan klasik olandır. Kişinin ailesine, sosyal ve kültürel çevresi yanında aldığı eğitim ve seçtiği mesleğe değin pek çok etken örer klasiğin ipeğini. Bir sofra kuruluşuyla klasik olmuş bir ressamın tablosuna bakış burada birleşir. Farkına içtikçe vardığımız birbirine yakın su lezzetleri nasıl her an yer değiştirmeye meyilli ise güncel olanla klasik olan arasında benzer bir geçişkenlik hep vardır. İki iri yaprak arasında titreyen su damlası demek yerinde sayılır ona. Evet tam da böyledir; iri iki yaprak arasında titreyen su damlası benzeri bir duygudur yer yer klasiğe dönüş arzusu. Aslında ileriye doğru atılan akış hızlarıyla destanlar, taşıdıkları geri dönüş mitini ayakta tutmasalardı mesela, kupkuru bir anlatıma dönüşürlerdi. Geri dönüş miti salt bir kültürel refleks değil, birden bire bizi bulup sendeleten düşme duyguları gibi kökü tayin edilemeyen ve hafızanın mağarasında uyuyan tanımsız tecrübelerdir. Biz o tecrübede yaşama şevkini ararız. Bulup bulmamamız arayıştan değerli değildir çokça. Yaratıcılığın gidiş gelişleri, zihinsel gücümüzün kaynağı sayılmalı bu sebepten. Ne yazık ki çoğunlukla bizim eğitim hayatımız ve sosyal çevrelerimiz kendiliğinden klasik terbiyeyi aktaramaz bizlere. Mesela 14. asırda yazılmış bir edebî metnin dil tadıyla bugün yayınlanmakta olan bir edebiyat dergisinde yer bulmuş genç bir şairin güzel eserini aynı zevk hizasına taşıyamaz eğiticilerimiz. Klasik olanla modern olan, eski ile yeni, geçmiş ile şimdi alabildiğine karşıtlıklar hatta yok sayma diline sarılır. Bunun sonucu itibariyle kimse özel çaba sarf etmedikçe büyük akışın değişken sesini duyamaz olur. Edebiyattan, şiirden söz ettik fakat aynı kopukluk mimaride olduğu kadar müzikte, klasik görsel sanatlar (minyatür, hat, tezhip vb.) ile resim, el sanatları ile heykel söz konusu olduğunda da karşımıza çıkar. Kesik kesik öksürürcesine nefesin ferahlığından tıknefesliğin boğuntusuna uğramak neye yarar? Nefesimizin açılması için mesafelerin gelgitinde dolaşmak gerekir. Klasik olan öyleyse sadece bir referans değeri diye görülebilir mi? Onda, referansları aşacak yeniliğin şifreleri saklanmaz mı? Her şey gibi klasikle temas kurmak da bir sevme ve sevdirme meselesidir. Tanpınar’ın sözündeki sığınma duygusu bana biraz da sevmenin şenliğini hatırlatır. Sevmek için sığınırız iki koldan. Modern şehirler tamam fakat en eski şehirlerden birine yolumuz düştüğünde insanın sonsuz yolculuğunu faniliği hatırlayarak düşünmek az şey sayılmaz. Zamanımızı biraz da geçmişi severek sahipleniriz, sanki.
FACEBOOK YORUMLAR