Kadıköy’den Kabataş’a vapurla geçerken Refik Halit’in Haydarpaşa çayırlığı hakkında yazdıklarını hatırladı. Normal şartlarda yirmi dakika sonra Kabataş iskelesinde olacaktı. Sağda, liman boyunca dizilmiş vinçler bir canavar gibi yükseliyordu. Nicedir insan elinin sıcaklığından da mahrum bırakılmıştı eşyalar. El değmeden hazırlanıp paketleniyorlar, dünya limanları arasında mekik dokuyorlardı. Bir eski zaman insanının herhangi bir yerine işlediği duygu geçemezdi kalite kontrolden. Refik Halit Bey’e göre şehrin önde gelenleri atları iyi beslensin diye özellikle bu alana getiriyorlardı atlarını. Bir an şehrin tepeler, çayırlıklar, çamlıklar ve mesireliklerle donanmış olduğunu hayal etti. Şu içinde bulunduğu Kadıköy-Kabataş vapuru da, henüz beton çürükleriyle dolmadan Taksim’den aşağıya, şıngır mıngır yuvarlanan tepeciklerle dolu değil miydi? Dolmabahçe has ahırlarından bu yana, hem Karaköy hem Ortaköy boyunca sıralanan camiler yeni bir devri işaret etse de İstanbul henüz mümkünlerin şehriydi. İttihatçı sürüsü onu işgal etmemiş, Sultan Hamit’in burun derinliklerinden boğazın iki yakasına kadar uzanan vehim evlerin kapılarını yumruklamamıştı. Her nesil bir şekilde şehrin bir güzel yanına mutlaka denk gelir, onun anılarıyla bir ömür geçirirdi. Herhangi bir sebeple Kadıköy-Kabataş vapurunda yol alan adam/ kadın, yine Refik Halit Bey’in yazdığı kabak veya patlıcanların o koku ve tat içinde kızartılamayacağının bilinci içindeydi. Bilinç onda bir yarılma ya da tenakuza sebep olmamakla birlikte artık çekirdekleri kadar kokuları, çatırdama sesleri kadar kıçlarına vurulduğu zaman insana şenlik duygusu veren karpuzların da kaybolup gittiği bir yalın gerçeklik duygusu dayatıyordu. Şimşek çaktığı zaman sadece şemsiyesini düşünen bir adamın dünyeviliği gibi bir şeydi bu. Oysa vapurdaki adam çocukluğunda kaç kez yön duygusunu silen yağmurun altında kalmış, insan dizini iradesiz bırakan sellerin arasında inadına tutunacak bir dal aramıştı. Şimdi yakından bir yük gemisi geçse ve şu biniti sarsa oralı olmayacaktı. Tehlike bile gerçek değildi. Nostalji hayattaki en berbat duygudur ve çokça ölümü de geçer. Çünkü umutsuzluğa sarılmış yumuşak ve plastik bir ölümdür nostalji. Hayatı her yönden kendisi olarak yaşayanlar ona yüz vermezler. Güzel şeylerin artık imkânsızlığı içinde bile bile kendilerine tutunurlar. Hele bir kere şehir çoğunluğun elinden çalınıp da kostümleri, mekanları, jargonları ve değişmez bencillikleri devam eden tuzu kuruların hakimiyetine geçerse bir kere daha oturup düşünmek gerekir. Sanılanın aksine birlikte yaşamanın şiiriyle örülür şehirler ve kırlar bencillik arazileridir. Zaten zamanla şehrin yakın bölge kırlarına çöken anamalcıların oraya taşıdığı da, gözlerden ırak, götürdüğünü yiyip içmek ve bedeninin kayıtsız atını keyfince koşturmaktır. Düşünsel erginlik ve emekle edinilmemiş her anamal yığını üzerine düşen şüphe gölgesinden arınamaz. Kadıköy-Kabataş vapurunda yol giden bir adam/ kadının kulağına ne zaman nostalji çağrışımı yapan bir melodi çalınsa isyanı bundan büyür. Güzel şeylerin uzaklığı insan önünde bir yokluk gibi değil hasret gibi belirdikçe değerlidir ve hasret mayasıyla onu olgunlaştırır. Şimdilerde neredeyse hasreti çekilecek hiç bir şey kalmamıştır ve kavuşulamayanın sanalı, çakması, yapayı hasılı her tür ikamesi mevcuttur. Gel gör ki hiç bir Haziran ayının bir kere daha Refik Halit beyin yazdığı gibi olmayacağını bilir vapurdaki adam/ kadın. Elinden alınmıştır hepten çünkü şehrin bütün değerleri. Bir hesaplı iştah adım adım ilerlemiş, ‘kendi felaketine koşan’ hevesli gibi şehvetle yol almakla kalmamış, kolkola girdiği benzeşleriyle zincir zincir organizasyonlar çatmış, dilinde bir üleşme ağıyla örgütlenmekten de geri kalmamıştır. Şimdi cemiyet postu ve ötesi devlet kabuğuyla toprağı dibe doğru oymuş bir ilkel arkaizm büstüyle köşeleri tutmuştur. Şiirin arada bir patlayan ışık sağanakları da olmasa her şey itaatkar bir kör kabulün çemberinde eriyip gidecektir. Kimse beklemez elbet Kadıköy-Kabataş vapurunda kendi halinde giden bir adam/ kadının beyninde olup bitenlerin bir kartpostal okuması olmaktan çıkıp günün birinde bir söz kandili olup ayağa kalkacağını, Lovecraft’ın ‘aklımızın ermeyeceği insanlık dışı dünyaların varlığına bizi kesinlikle inandırırken insanlığın deneyimlerininden kuşku duymamızı’ sağlayan kahramanlarından birisi gibi Kabataş’tan inip Taksim’e dek yürüyerek çıkacağını. Güzel şeyler imkansızdır ama her zaman onlar bir kişinin yola çıkmasıyla başlar. Şehrin her bir köşesi kendisi olma hakkını son kez yazıyla kullanır. Hayat budur.
FACEBOOK YORUMLAR