Yaşarken duygularımızın baskısı altındayızdır. Beş duyumuzla içerden hissettiğimiz dünya, insan ilişkileri ve hayat karmaşası arasında duygu formlarına bürünür ve bizi sürekli şaşırtır. Hele modern dünya ve büyük şehirlerin atmosferi duygularımızın saf ve olumlu yanlarını elimizden alır ve bizi savunmaya sürükler. Haklı olduğumuzu ve bu hakkın elimizden alındığını düşünürüz hep. Savunma; korkular, şüpheler, soru işaretleri, gerilimler ve çatışmalar demektir. Birey toplumsal şuur ve hukuk tarafından yeterince korunmadığını ve varlığının tehdit altında olduğunu düşünür. Oysa duygularımız bizi hayat karşısında doğrudan savunmaya götürmek için değil iç benliğimiz ile dış etkenler karşısında dengelemek için vardır. Doğaya, kırlara çıktığımızda gündemden düşen, saçmalığa bürünen nice durum yazık ki şehirlerde hep günceldir. Fakat ne doğada ne de hayatta olup biteni anlamak, kendimizi adlandırmak için duygular yeterli gelmez. Hatta ve çoğunlukla duygularımız bizi yanıltır, hayal kadar aşırı umutsuzluğa sürükler. Bu yüzden insanın ana ereği, duygulardan düşmeden olgusal aşamaya geçebilmektir. İnsan duygudan düşünceye doğru ilerler. Düşüncenin dünyası olguların evrenidir.
***
Kitleler duygusal algıya her zaman daha yatkındırlar. Duygu doğrudan olgu dolaylı yoldan açığa çıkar. O yüzden duygular daha çok toplumsal olgular ise bireyseldir. Çünkü ancak birey kendi iradesi ve akıl yürütmesiyle olguyu yaratır, tanımlar, düşünce ve davranışının temeli yapar. Kültür, sanat, felsefe ve müzik gibi değerler olmadan duygudan çıkıp olguya varmak neredeyse imkansızdır. Olguların etrafında oluşan sembolik değerler, yüklendikleri çağrışım ve içeriklerle aslında tam da toplumun duygularını kristalize ederler. Yüksek soyutlama, olaylar karşısında soğukkanlı davranmamızı sağlar, mizah ve eleştiri gibi açılımlarla da kendi sağlamasını yapar. Duygularını kontrol altında tutamayan ve karşılaştığı her olayda duygu yollara sapan bireylerin toplumsallığından söz açmak da zordur. Toplumsal şuur ancak olgusal düşüncenin yöntemiyle koruma altına alınabilir. Buradan çıkacak sinerji ile toplumsal güç oluşturulabilir.
Olayların baş döndürücü bir hızla geliştiği ve medyanın fütursuzca bilgi bombardımanına uğrattığı dünyamızda asıl sorumluluk, kültür, sanat ve düşünce insanlarına aittir. Mesela onlar, politikacıların doğal ve haklı olarak kitlelerle kurduğu hızlı, sıcak ve yakın hamlelerle yaklaşamazlar olup bitenlere. Entelektüel her olup biten karşısında sözü olan ve konuşmak durumunda olan kişi değildir. O, olup biteni süzmek, anlamak, anlamlandırmak, eleştirmek, sanata ve düşünceye dönüştürmekle mükelleftir. Bu onun işi, görevi, sorumluluğu değil doğasının sonucudur. Benzetme yerindeyse olgusal bakış hayatın ve toplumun mikroskobu gibidir. Karşısına çıkanın, görünen ve gösterilen refleksiyle hareket ettiğinde kültür insanı belki gündeme gelebilir, ismi ortalıkta dolaşıp şöhret bulabilir ama hiçbir zaman hakikatin diliyle konuşamaz. Olgular netleşmeden hakikat de belirmez. O mahkemede katip değil hukuk ve adaleti düşünen, dert edinen, tartışan, sorgulayan, kavramsallaştırıp billurlaştırandır.
***
Kendi içimize kapanıp tek başına kaldığımızda duygularımızı birbirimize karşı köpürtmenin kolay ve sevimli tarafları da var. Bir anne bebeğini severken duygularının sütünde yüzebilir. Ama o anne, asıl onu bekleyen hayatın çizgilerini akıl ve bilgiyle netleştirdiğinde,
sevgiyi aynı zamanda bir eğitim meselesine dönüştürdüğünde annedir. Burada düşünülmesi gereken, duygusal hareketlerin açığa çıktığı ve neredeyse her şeyi belirlemeye başladığı dönemlerde takınılması gereken etik tutumun ne olması gerektiğidir.
Bireyin duyguları toplumsallaşıyor kitle duygu zinciriyle birbirine bağlanıyor ve hayatın akışını belirleyecek güce dönüşmekle kalmayıp tek düşünme yöntemi olarak da herkese dayatıyorsa oluşmuş olgular da zayıflamaya, simgesel ve tarihsel değerini yitirmeye ve toplumu eritmeye başlamış demektir. Duygu güç değildir. Olgular kurar asıl insanı ve toplumu. Güç olgusal bakıştır.
FACEBOOK YORUMLAR