Ömer ERDEM

Ömer ERDEM

[email protected]

Dur bakalım...

09 Nisan 2024 - 10:12

Dur bakalım...

Dur bakalım dedi, adam, dur bakalım. Önce kendisine söyledi, hele dur, dur bakalım. Biraz dur. Bekle. Acele etme. Sabırlı ol. Sakin kal. Sonra da, Ege’den Güney Doğu’ya, Karadeniz’den İç Anadolu’ya kaydı zihni, oradaki şehirleri hatırladı. Denizli’de nasıl söylerlerdi ‘dur bakalım’ı, ya Edirne, Kars, Trabzon, Ordu, Erzurum, Konya, Mersin, Hakkari, Van? Kendisine has söyleyişle başka bir bedene, hatta başka bir tada bürünmez miydi? Dur bakalım. Bir Vanlı ne güzel söylerdi, dur bakalım! Neden başka bir şey değil de o? Böyle sözler, toplum denilen ortak tecrübenin muhayyile teknesinde yoğrula yoğrula oluşmaz mıydı? Durmak ve bakmak fiillerinden biri sakinliği, ötekisi hareketi imlerken, birden ikisinin dışında bambaşka bir hale bürünüvermez miydi? Bir karara, düşünceye, öneriye, hesap sormaya, durum bildirmeye, halden hale geçmeye, hasılı birdenbire dilin sarmalana sarmalana genişlemesiyle bambaşka bir anlam evrenine girmesine karşılık gelmez miydi? Dur bakalım, diyen adam, önce kendisine bunu söyleyen kişi olarak aklının ve duygularının bütün sapaklarına birden sapıvermez miydi?

Dur bakalım diye baktı etrafına adam. Denizi dur bakalım diye seyretti. Bir martı yavrusu ona doğru yalpa yaptı. Alçaldı. Yükseldi. Koyu gri tüyleri onu arada bir yerde bırakıyordu. İstanbul vapur köpüğünde pervasız şendi, onun dur bakalımı başkasına benzemezdi. Martıya döndü tekrar. Henüz gagasının pençesi eğrilmemiş, geniş kanatları vahşileşmemişti. Sonra, şu, dedi, martıyı bir daha görmeyeceğim. Hem görsem bile nasıl tanıyabilirim? Bütün martılar birbirine benziyor. Ayrı ayrı martıda gördüğüm tek bir tür. Acaba, diğer canlılara da insan öyle mi görünüyordur? Çinli, Norveçli, Hintli, Arap, Afrikalı bir midir onların bakışında? Onlar dediğim sadece gözleri olanlar mı? Suda yaşayanlar, sürüngenler, hatta yarasalar da dahil mi? Ya ağaçlar, bitkiler, yosunlar? Onların görmediğini kim iddia edebilir? Sordu, düşündü adam. Martı çoktan başka yöne uçmuştu. Beynin bir anlık hızıyla onun kanat vuruşu paralel akıyor ama tekrar aynı görüntüde birleşmiyordu. Dur bakalım, dedi, adam tekrar, dur bakalım.

Her taraf afişlerle donatılmıştı daha dün. Uzun, upuzun afişlerde insana değil de bir fotoğraf makinasına baktıkları çok belli olan insanlar vardı. Hepsi gülümsemeye çalışıyordu. Birileri onlara gülümseyin demişti anlaşılan. Yorgun yüzleri, ihbarcı göz kapakları, alınlarının tam ortasında çakan stres şimşeği iç hallerini ele veriyordu. Kirpikleri kaya tuzlarında yanmışçasına kırıktı. Kazanmakla kaybetmek arasında, tıpkı yönsüz sallanan şu afişler gibi gidip geliyorlardı. Herkes iddia ediyordu. Hepsi istiyordu. Hepsi en iyi bilendi. Gelecek, gerçek, hakikat, başarı, yol, ilerlemek, hak, medeniyet, hız kavramları iç içe geçiyor, bazen çıkan rüzgar afişleri birbirine değdiriyor fakat araya karışan sloganlar, propaganda müzikleri şehri dalga dalga sarıyor, kimin ne dediği anlaşılmadığı gibi kim kimden farklı o da belli olmuyordu. Adam, gözlerini yumdu, dur bakalım, dedi. Dur bakalım.

Elini beline koymuş yaşlı bir kadın hayali belirdi zihninde. Çemrelenmiş örtüsünden boncuklar sarkıyordu. Bir elinde budaklı bir sopa vardı. Sopaya dayanıyor muydu yoksa biri onu görsün mü istiyordu belli değildi. Böyle kadınlar hala vardı biliyordu. Karadeniz’de çay toplanan yamaçlarda, Niğde’nin Çamardı’na yakın elma bahçelerinde, Kızılırmak’ın pirinç tarlalarına can vererek kıvrıldığı yerlerde, onlar, sabaha başka bir mana vermek için, öyle, bir elleri bellerinde beklerlerdi. Biraz konuşsanız, bakışlarını çok uzaklardan geri alırlar, dizlerinin ağrısından dem vurarak dünyadan gelip geçmenin en ince felsefesini yaparcasına, ‘dur bakalım’ derlerdi, dur bakalım, daha neler göreceğiz. Elbette, ‘göreceğiz’ kelimesi Sivas’ta ayrı, Tokat’ta başka, Çorum’da apayrı telaffuz edilecek, sonra da hayatın mizahsız kalmış bostanlığına sözden can suyu salınacaktı. Adam omuz silkti. Dur bakalım, hele dur, dedi.

Vapurda mıydı adam, otobüste miydi yoksa tramvayda mı, hatta metroda mıydı, ama ne fark ederdi? Onun gibi nice insan vardı. Bazen bir ağaca yaslanıyor, bazen deniz kıyısında ıslak kumlarda yürüyor, bir keçiye bir tutam ot uzatıyor, bilgisayarında maillerine bakıyor, bir çileğe el sürüyor, bir saksıya körpe ıtır gömüyor, bir kaplıcanın soğukluğunda limonlu soda içiyordu. Hayat insanın sonsuz haller içinde sonsuzca hale bürünüp gitmesiydi fakat her şey bu kadar kolay değildi. Yaşamanın her anında, bir dur bakalım teyakkuzu, bir dur bakalım hayıflanması, bir dur bakalım beklentisi, bir dur bakalım hesaplaşması vardı. Dur bakalımlar çoğaldıkça, hayatın dengesi bozuluyor, insanın omzuna binen yükler artıyordu. Bir yüce dağın zirvesine tırmanmayı hedeflemiş dağcının mola verdiği yerlerde, nefesini dinleyip de ufka baktıktan sonra söylediği türden bir dur bakalım değildi bunlar.

Ekranlardan, sokak köşelerinden, mesaj seslerinden, market raflarından zıplayıp iniyordu. Bir kitabı okurken altı çizilen cümleden sonra söylenecek dur bakalımı kim sevmezdi? Ya da bir konser sonrası alkışlar arasında sahneye çıkması beklenen sanatçı için söylemeyi? Dur bakalım, dedi, adam. Daha ne kadar, dur bakalım.

Reklam

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum