Bir yazı nedir?
Kendimi yazıya borçluyum. Benden önce yazılanları okuya okuya ve sonra da kendim yaza yaza var oldum. Yazı kimsesizdir. Yazar da öyle. Okur teslim alır yazı yoluyla bu kimsesizliği. Ne var ki bu kimsesizlikte öyle bir âlem çınlar ki büyük yazı böylece herkesin âlemi olur. Çocukluğum yazıya dair her âlemden mahrumdu oysaki. Kalem, kâğıt ve kitap da dahil buna. Tek servetim kelimeler ve hayal gücüydü. Eğer bir insan onlarla varlık savaşına girişebiliyorsa, aslında böylece her şey asıl ve yeniden başlıyordu. Eşya, olgu, hareket, duygu, düş, düşünce, hayat gözlüyordu yazının bu dokunuşunu. Oluş müthiş bir şeydi. Yazı oldurmaktı.
Bazen şu okuduğunuz yazı öncesinde en az iki yazı daha yazdığım oluyor. Tekrar tekrar okuyorum onları. Üzerlerine düşünüyorum. Geri dönmek, geri bakmak hayatta dayanılmaz bir şey benim için. Azap. Fakat yazı sizden çıkınca ilerlemeye de başlar. Hiç düşünmediğiniz bir yere dokunur, orada istenmedik bir yara açılır mı diye itina gösteriyorum. Sakınıyorum. Sakınıklık yazının cesaretsizliği değil, varlığı korumak adına sergilediği rikkatidir. Buna rağmen yazı bu, beklenmedik kıyılara vurabilir. Benim tercihim bir konuda yazacaksam açıklıktan yanadır. Gözünün içine bakmaktır zalimin. Gülün göbeğine, güzelin yüzüne, ırmağın dibine bakmaktır.
Yazı benim emeğim. Kanıma karışan lokma ondan. Gözüm ve yazıyla kazandım hayatımı. Göz de yazıya çıkar sonuçta. Gözle yazmak diye bir hüner var. Sinematografi nedir ki? Onu elimden aldılar nicedir. Çünkü başkaları ile beraber ‘yazabileceğiniz’ bir dil sayılır genelde. Fakat bu yazı öyle değil. Kelimeler sonsuza dek sizin. Daldığınız ateş denizi sizin. Düştüğünüz uçurum, geçtiğiniz dar vadi de öyle. Güneşe de çıkabilir yolunuz, kör karanlığa da... Fark etmez. Sarılırsınız ona. Bir yazıyı, siz yazmadan önce var olmayan bir şeyi var etmenin ucuna varmak ne demek, bu nasıl lezzet, bu ne tür cinnet ancak yazan/ okuyan bilir. İçten yazan ve içten okuyan bilir. Döngüdür o sebepten yazı, güneşle dünya arasındaki karşılıklılık gibi. Yazar okuru güneş olsun ister, okur yazardan güneş kalmasını... Arada dünya kalsın. Dünya hayattır.
Taşlıkta yürür gibi sabırla, inatla, tekrar ve kararlılıkla yol alırsınız yazıda. Her yazı bitiştir. Her yazıya başlamak sonucu kestirilemeyen meçhul. Sanki onunla birlikte siz de sınanırsınız. Kelimelerin kabuğu her seferinde sertleşir, ısırdığınız ekmek taşlaşır. Tuzu yoğun deniz suyunda sırtüstü uzanmak da istersiniz bir ara. Uzanırsınız da. Çok dipte bir dalganın doğuşu tedirgin eder sizi. Dalganın da çentiği vardır suda. Duyarsınız bunu ön bilişle. Yazı budur belki, çentik atmak suya. Çentiği suya atan özne dağa da tırmanır, çivileri çaka çaka…
Soyunmaktır yazı. Ayaza karşı. Bile isteye. Göze almaktır kendi doğanızın uçlarını. Soyunan soymayı da bilir. Nar nasıl soyulur aşkla? Ses müzikten nasıl soyulur duymak için atomların raksını. Kum nasıl soyulur denizden? Bir kum zambağının hizasına eğilip konuşmak nedir, buna soyunmaktır da. Ve kelimeler yazdığınız son yazının son kelimesinden itibaren tekrar soğumaya başlarlar. Onların can ısısını bulmaya ve çevrelerine oturmuş buzlanmayı kırmaktır aynı zamanda.
Yazmayı, yazarlığı, sakar bir zihin kırılmasıyla doğasından soyup yatalak bir kutsallığa batıracak değilim. Gerçeğin varsa bir metafiziği, tam da kırılan dişte duyulan acının gerçekliği gibi bir şey, onu düşünürüm. Diştir yazı. Dili dik tutar. Dişsiz ağızda dil nedir ki! Bir pirincin boyu daha uzundur insanı kandırmak için uzatılan bütün gölgelerden yazı için. Cehdi, amatör ruhu, teslim olmayan kişiliği, arayıcı mizacı, soran aklı, tabiata meftun gönlü önemser daima.
Ben yazdığım yazının zarıyım. En saf, en ince ama en karakterli yeriyim. Zarı olmayan bakir bir şey var mı şu hayata ki yazının olmasın?
Diyeceğim, yazıyla olurum ben, oluşum onunla sürer. Çağrıdır yazı oluşa. Saf. İçten. Hesapsız. Duyan, katılan okur. Eleştiren de olur, yere göğe sığdıramayan da. Hak görürüm ikisine de. Fakat, biri oraya ayaklarıyla girmeye yeltenirse, nezaket kisvesi altında küstahlık aktörüne dönüşürse, işim olmaz onlarla. Bizim yazıdan çıkışımız bir yokluk öyküsüdür. Varmak istediğimiz bir çizgi de yoktur bu yüzden. Olmak ve oluş bir şarap olarak kâfi bize daha biz dünyaya uyanmadan süren bir kütüğün asmasından sarkmış üzümün gözüyle . Kalabalık olmak isteyen kendisinden vazgeçer. Olmak isteyen sadece kendisinde kalır.
FACEBOOK YORUMLAR