UZAKTAKİ YAKIN
Türkiye'de oluşturulmaya çalışılan algı yüz yıldan fazladır hep aynı. “Yapamazsınız, başaramazsınız! Mutlaka çağdaş uygarlığı almalısınız! Çağdaş uygarlık yolunda yürümezseniz yok olursunuz!”
Yani sizin anlayacağınız Batı diyor ki: "Sizi size bırakmayacak kadar önemlisiniz. O yüzden ey Türkler sizi kendi halinize bırakamayız!"
O zaman vakit geçirmeden yapılması gereken şey zihnimize giydirilen Batı gömleğini, yüzümüzdeki maskeyi atarak kim olduğumuzu hatırlamak.
Neyi kaybettiğini hatırlayanlar öncelikle kaybettiklerinin peşine düşemezler! Kazanımları ve halen elinde bulundurduğu üstün niteliklerini, meziyetlerini en değerli hazine olarak korumasını bilme yolunda adım atmaya başlarlar! Teşhis doğru yerden konulacak olursa tedavinin erken bitme olasılığı da yükselecektir.
Hiçbir dönemde gerçekleşmeyen, ihtimal dışı gibi görülen ülküler peşinde koşmak bizim milletimize lütfedilmiş bir haslet olsa gerektir. Gerek İslam öncesi benimsenen Kut anlayışı gerekse İslam sonrası İlay-ı Kelimetullah anlayışlarında Türklerin nasıl yaşaması ve hangi hedefler peşinde koşarlarsa kendileri kalacaklarına dair ipuçlarnı görmek mümkündür. Hatta öyleki her iki dönemde de bunların ötesinde Türklerin dünya hakimiyet teorisini görmek gerekmektedir.
“Kaşgarlı Mahmud’un ifadesiyle; "Tanrı devlet güneşini Türklerin burcunda doğurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş ,Türkleri yeryüzünün hakimi yapmıştır."[1]
Bu anlayış İslam sonrası da devam edegelmiştir. Bazen Kızılelma bazen de Nizam-Alem davası şeklinde isimlendirilen anlayışın içinde elbette ki Türkler sadece bir kavim olarak yer almamaktadır. Dünya hakimiyeti anlayışı Allahın dünyaya adalet götürsün diye Türklere misyon yüklemesi ve şerefli bir görev vermesi anlayışı şeklinde tezahür ederek Osmanlının son dönemine kadar devam etmiştir. Bizce bu anlayışın son temsilcisi II. Abdülhamittir. Bu dönemde palazlanmaya başlayan Türk Birliği anlayışının arkasında Türkçeleşme ve Türk dilinin Oslamanlı’nın resmi dili olmasınında büyük payı vardır.
Ancak kaybedilen yitik hazinenin peşinden gitmek hamasi düşünceleri gündeme getirmek değildir.
Neyi kaybettiğini hatırlamak isteyenlerin ilk görevi kılcal damarlarımıza kadar giren ve adeta genetik bir özelliğimizmiş gibi kabul ettirilmek istenilen hastalıklı yönlerimizi bünyeden, zihinden atarak işe başlamak, yola koyulmak olmalıdır.
Hatırlamamız gerekenler arasında emin olun yıllarca dirsek çürüttüğümüz, adına çağdaş ve akılcı eğitim denilen kurumlardan aldığımız çok fazla birşey olmayacaktır! Dedelerimizin, ozanlarımızın, büyüklerimizin, türkülerimizin, mani, ninni ve masallarımızın payı yüzyıldan fazla bir süredir eğitim müfredatlarında verilen çoğunlukla lüzumsuz, batıcılaşmacı, seculer ve milli değer yargılarından arındırılmış eğitimden daha fazladır!
Milletimiz yeniden hatırlama melekeleri devreye sokuluncaya kadar anlatılagelen masalları dinlemeye ve istenmeyen icraatlara imza atmaya mahkumdur! Beynelminel sistemin damarlarımıza zerk ettiği değer yargıları yeni hayat, ekonomik sistem ve devlet felsefesi bunu gerektirmektedir!
Ayağa kalkan insanlar değer yargıları ve uzak geçmişiyle yakın geleceğe yönelik düşünce ve hayat modelleri yeniden hayat buluncaya ve bu hayatı dünyaya şamil kılıp yeniden yerine oturuncaya kadar başka bir kurum, ülke, sistem ve bloklardan yardım eli beklememelidir! Tutunacak bir dal, kurum, sistem ve devlet modeli aranıyorsa kendi geçmişini araştırmak ve insanlığı yeniden kuracak, kurtaracak, kuşatacak medeniyet algı ve anlayışını sadece kendilerinden olduğuna emin olduğu insanlarla mümkün olduğuna, olacağına inanmak zorundadır! Bu yolda atacağı adımları uzak geçmiş ve yakın gelecek düşüncesiyle atmak zorundadır.
Bütün bu düşünce ve pratiği geçekleştirmenin yolu her şeyi sil baştan başlamayı mı gerektirmektedir? Şu ana kadar kazanç gördüklerimizin bizim için bir kıymeti harbiyesi yoksa evet her şey sil baştan başlamak gerekecektir! Ancak ya şu ana kadar bize değerli gösterilen kazanımlarımızın hiçbir kıymeti harbiyesi yoksa ve bunlar arasında seçim yapmak, ittifaklar kurmak gerekirse ne yapılacaktır? Bunları gerçekleştirme yolunda atılacak adımlar, yapılacak çalışmalar sırasında mümkün görülen imkanlar gerçekleşmezse; ya fırsat verilmezse ne yapılacaktır?
Unutulmamalıdır ki fırsatlar her zaman bizi bekleyen nimetlerdir. Birilerinden fırsat ve lütuf beklemek acizlerin sığınağıdır. Fırsatlar şartları iyi değerlendiren akillerin kalplerinde durmakta ve ortaya çıkacak zaman, zemin ve bu uğurda çaba sarf edecek insan ve modelleri beklemektedir. Allah her zaman her millete fırsatı vermiştir, verecektir. Yeter ki istemeyi bilen ve bu uğurda poztif gönüllerin aynı noktada birleştiği, sesin gür çıktığı duyulsun!
Devletin inşsaası için insanların imanının inşası gereklidir. İnsanların insaaşısında yeni heyecan ve yeni hayat modellerine ihtiyaç duyulmakla birlikte bu heyecanı her daim yaşayan Türk milletinin benliğinde her daim gizli olarak yaşayan kutsal gücü bulup çıkaracak çalışmalara duyulan ihtiyaç her şeyden öncelikli olarak görülmektedir.
[1] İbrahim Kafesoğlu; Türk Milli Kültür,s.363