Türkiye’de Merkez-Çevre Mücadelesi
Türkiye son yıllarda önemli aşamalar kaydetmeye devam ediyor.
Türkiye’nin kat ettiği aşamalara baktığımızda ülke insanının ekonomik ve siyasi olarak merkezi sistemi elinde bulunduranlara rağmen geldiği bu günkü durum derin analizlere ihtiyaç duyan sosyolojik bir realitedir.
Türkiye’de merkez- çevre mücadelesi tarihini aynı zamanda demokrasi tarihi olarak da değerlendirmek mümkündür.
Türkiye’nin içinde bulunduğu merkez-çevre ayrımı Cumhuriyet öncesi en azından Osmanlı yenilik yanlıları ile karşıtları arasında yaşanan çatışmaya kadar götürülebilir.
Osmanlı’da Yeniçerilerin kaldırılması aşamasında halkın tercihleri olan tarikat ve sivil örgütlenmelerinin karşısına çıkan merkezi ele geçirmiş olan ordu-bürokrasi gücü ile çevreyi-halkı temsil eden güç arasında yaşanan mücadele İttihatçıların merkezi temsil etmesi ile günümüze kadar devam edegelmiş görünmektedir.
Cumhuriyeti kuran kadronun İttihatçı anlayışı sürdürerek devam ettirdiği merkezi gücün halka rağmen gerçekleştirdiği tepeden inmeci anlayış zaman zaman kırılmalara uğrasa da 2000’li yıllara kadar devam etmiştir.
Liberalizmin tam olarak benimsendiği 24 Ocak 1980 kararlarıyla rahatlayan ancak sermayeyi yeterince sanayi ve yatırıma dönüştüremeyen küçük ve orta ölçekli Anadolu sermayesi 1990’ların ortalarından itibaren önemli bir sıçrama yapmış ve bu sıçrama merkezi destekleyen sermayenin daha da sertleşmesine ve hatta gerekirse 28 Şubat 1997 örtülü darbesinde olduğu gibi yönetimi elinde bulunduracak kadroları da belirleyebileceği mesajını vermesi açısından ciddi bir uyarı niteliği taşımıştır!
Ekonomi, demokrasi, insan hakları, liberalizm gibi kavramlarla yana yana getirilebilecek çevresel gücün merkezi elinde bulunduran ekonomik, askeri ve bürokratik yapılanmaya karşı sivilleşme, demokratikleşme çabasının arkasında sivil toplum kuruluşu olarak görebileceğimiz cemaat, parti, küçük ve orta ölçekli yapılanmaların büyük etkisi vardır.
Le Monde yazarı Guillaume Perrier’in 7 Eylül 2010 da yazdığı “Türkiye Analizi” ile ilgili yorumları dikkate şayan ve dışarıdan Türkiye’nin sağlıklı okunduğunun bir göstergesidir.
Türkiye’de iki muhalif grubun varlığına dikkat çeken yazara göre:
“Bu iki grubun yasam tarzı birbirinden kopuk. Onları, Batı'daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan, müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici kültürel zeminler yok. Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı. Hatta birbirine düşmanca.
Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış. Simdi bu grup siyasal olarak örgütlendi. Kalabalıklar. Ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık. İkinci grup ise azınlıktadır. Ve artık bir daha secim kazanma ihtimalleri yok.
Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor. Daha Batılı olan "ikinci grup", Batı'nın siyasi değerlerini kabul ederse, bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide Batı'ya ve Batı'nın demokratik değerlerine düşman oluyor. Yaşam tarzı olarak Batı'ya düşman olan birinci kesim ise, iktidarı ancak Batı'nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için, Batı'yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.
Bu kültürel parçalanmada "ordu" önemli bir role sahiptir.
Eğer, birinci grubu desteklerse ve Batı’nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek. Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor. Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor.”
Türkiye son yıllarda önemli kabuk değişimleri yaşayan bir görüntü sergiliyor. Ancak bu değişimin yalnız kabuk değişikliğinden ibaret olmadığı, olamayacağını görmek gerekiyor. Değişim temelden-çevreden merkeze doğru hızla ilerliyor.
Merkeze karşı kaybedilmiş gibi görülen tarihsel mücadelede çevresel gücün mevzilerini geri alıp alamayacağını zaman gösterecek! Ancak çevresel gücün içinde Batı, ABD ve onların birimleri tarafından oluşturulan başta FETÖ türü gizli cemaat, tarikat ve yapılanma türü oluşumların da dikkat edilmesi gerekiyor!
Çevrenin kendisine ait olduğunu söyleye geldiği ve halen merkezi elinde bulunduranlar tarafından sahiplenilen imkânların çevrenin eline geçmesi zaman alacak ve sancılı olacak gibi görünüyor…
Çevrenin merkezden tarihi rövanşını alıp alamayacağını bekleyip göreceğiz.
Göstergeler çevrenin istediği koşulların her geçen gün daha da “onların” istediği kıvama doğru gittiğini gösteriyor…
Çevreyi zora sokacak sorunlar da yok değil.
Anadolu sermayesinin işi hala çok zor. Yüzyıldır devleti elinde bulundurmuş ve içerde bulunan bazı bürokratlar tarafından korunmuş sermaye meydanı boş bırakmayacaktır.
Bir yandan merkeze yerleşmeye çalışırken bir yandan da ülke bütünlüğünün korunması gibi çetin ve çetrefilli bir göreve hazırlanıyor çevre…
Osmanlı devletinde merkez-yönetim II. Beyazıt’ın Yeniçerilerin desteğiyle tahta çıkmasıyla yerli unsurların elinden uzaklaştı. Tanzimat’la beraber Batı ve onların yetiştirdiği bürokrasinin eline geçti. 1945 sonrası ABD, İngiltere ve bazı batılı devletin ağırlığı daha fazlaydı. 2010 sonrası ise daha sistemli ve daha milli duran sermaye, bürokrasi ve yönetim kadrolarıyla bu güne kadar gelindi. Ancak her milli görünen sermaye, oluşum, cemaat ve yapının içyapısını, sermaye kaynağı ve bağlantılarını araştırmadan merkezin tam anlamıyla millileştiğini söylemek için zamana ihtiyaç var diye düşünüyoruz. Bakarsınız FETÖ benzeri bazı yapıların merkezden temizlenmesi gerekebilir!
Zaman her şeyi ayan beyan gösterecek…
Bekleyip göreceğiz…