ŞEHRİ YAZMAK
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okuyunca insanın şehre dair bir şeyler yazma cesareti kırılıyor.
Nasıl kırılmasın ki? Söz üstadı satırları inci tanesi misali insanın zihnine, gönlüne ve boğazınıza döşeyip hazır sunuyor. Okuyucuya düşen onları nereye yerleştireceğine karar vermek.
Tanpınar’ın şehre dair yazıları insanların gönül zenginliğine kalmış kutsi birer mimari esermişçesine döşenmiş bin yıllık kutsal metin etkisi karşısında ister istemez bu günlerde bizler satırlarla olan mesafeyi biraz daha yakınlaştırmak ve onlarla ulvi bir yakınlık kurmak zorunda hissediyoruz. Üstat satırları nakış nakış işlemiş, birer metin değil adeta şaheser birer anıt dikmiş. O öyle yaptığı için cesaretimiz kırılıyor ya! Ancak iyi ki yazmış, iyi ki ölümsüzleştirmiş Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’u. Yazmamış adeta inci tanesi gibi bir biblo içinde okuyucuya sunmuş kitabında. Maziden gelen davudi bir sesi kulaklarımıza nakşetmiş adeta!
Tanpınar’da yaşadığım duyguları Cemil Meriç’te de yaşarım. Deneme yazılarımın Cemil Meriç’in gölgesinde ve belki himmetiyle yazıldığını düşündüğüm çok olmuştur.
Şimdi de Manisa üzerine yazdığımız, araştırma, hikâye, gözlem, hatırat ve denemelerin her ne kadar Manisa hakkında yazmasa da Tanpınar’ın “Beş Şehir ”inin gölgesinde kalması gibi bir durum söz konusu olsa da buna dert etmek yerine bundan derin bir mutluluk ve haz duyduğumu da belirmem gerekir.
Niçin rahatsız olalım ki? Manisalı olarak bundan mutluluk duyarım. Amacımız Şehzade Şehri’ne dair bir şeyler bulmak ve beklide şehre karşı minnettarlığımızı sunabilmek! Onu yalnız bırakmadığımızı ispatlamak adına, şehrin Şehzadeliğine dair yıllarca ihmal etmişliğimizin yanında tarihin külleri arasından bulup çıkarabileceğimizi umduğumuz haşmetli mazi ile azametli geleceği ümitlerimizle birleştirip geleceğe bir tanık edasıyla sunmaya çalışmaktan ibarettir işimiz.
Yıllardır yapmaya çalıştığımız gibi bundan böyle yine bildiğimiz türküleri söylemeye, şehri anlatmaya, Şahzade Şehirle yatıp kalkmaya, birilerinin kulaklarına kar suyu kaçırmaya, bazılarının homurdanmalarını duymazlıktan gelmeye, kem gözlerden uzak durmaya devam edeceğiz. Şehir işçisi, kültür bekçisi birkaç yoldaşla birlikte sokakları arşınlamaya, tarihi mekânları cansiperane korumaya, anlatmaya, konuşmaya, Revak Sultan, Karaca Ahmet, Horasan Erenleri, Saruhan Bey, Yedi Kızlar, Ulu Mabet, Hacet-Fetih Mescidi, II. Murat, Saray-ı Amire, Şehzade Mehmet, Kanuni, Mustafa Çelebi, II. Selim ve III. Muratla coşmaya, Yirmi İki Sultanlarda hüzünlenmeye, Çaybaşında matem, Ağlayan Kaya’da mitoloji, Müftü Âlim Efendi’de bağımsızlığın imanla şahlanışı, Parti Pehlivanla bağımsızlık isyanI meşalesi olmaya devam edeceğiz.
Şehrin boyasıyla boyanmayanlar şehre aidiyet duyamazlar. Şehre aidiyet duymayanlar şehri yaşanmaz hale getirenlerdir demeye devam edeceğiz.
Şehrin güzelliğini, saltanatını ruhumuzda kurmasına izin verebilirsek işte o zaman şehzade olmaya yakışacaktır şehirlerin Tacı, Fatih’in lalesi, sümbülü olmaya adayızdır. Genç şehzade Mehmet’in şiirlerinin şehzade koktuğu gençlik yıllarına tanık olmuş bu Saruhan Sancağı Şehzade şehir.
Kış kokusunu dört koldan yürüttüğü Dumanlı Dağın ayaz gecelerinde viran olamayacak bu yerler, bu şehir.
Evliya Çelebinin yoldaşı olmak ve Dumanlı Dağ’a çıkıp göğe yükselen kuleleri teker teker saymak, hanlarında çarşılarında dolaşmak, gürül gürül akan Gediz’inde balıklarla oynaşmak…6660 bahçeli bağlı ev ve 60 mahallesi olan Saruhan İlinin Saray-ı Amiresinde Genç Şehzadenin adımlarıyla birlikte yürümeyi istemek…
İnşa etmeyip âdete taşlara ruh ve can vererek bir ibadet aşkıyla, demire su verilen ruhla bu güne ve geleceğe yön vermeye devam eden ecdadın mimarisi önünde mana âlemine dalıp ibadetlerin en huşu iklimini yaşamak!
Ölümü güzelleştirmenin ötesinde ölmeden önce ölüp ölümün sırrını yakalamış olmak. Üç kıta yedi deniz ve yetmiş iki millete nizam vermek, cihana hâkim olmak…
Ancak ölümü öldürmekten geçiyormuş meğerse… Ölümü öldüren Türkün nizamını özlemek, yaşamaya, yaşatmaya adanmakla mümkündür.