Sabahın sesini dinlemeyeli çok oldu.
Kuşların sesini, sessizliliğin içten içe sizi kendine çeken gizemini özlemiştim.
Bu sabah her zamanki sabahlardan daha erken açtım gözlerimi.
Bir ses var kulaklarımda, ancak tarif edemiyorum. Nereden, hangi yönden geldiğini de açıkça kestiremiyorum.
Dağın eteklerine doğru yaslanan ormanın karşısında yapılacak ilk şeyi yapıyorum. Sesin yankılandığı ve geldiğini düşündüğüm yöne doğru gidiyor pencereyi açtım. Önce mis gibi sabah nefesi doluyor odama ve ciğerlerime.sonra engin bir huzur…Şehrin ortasında huzru özleriz çoğu zaman. Bunun için sabahın erken saatleri en iyi zamanlardır…
Alacak karanlığın gölgesinden kurtulmak isteyen düşüncelerimi kendime çekip kelimelere sımsıkı sarılarak dağa doğru yol alma duygusunu bir türlü atamıyorum..
Sokakların karanlık yüzü, köpek havlamaları, 9 Nisan’ın içinizi ürperten serinliği hiçbirisine aldırdığım yok.
Penceremin kenarına yerleşip sesin nereden geldiğini kestirmeye çalışıyorum. Bu öyle bir şey ki tarif edilemeyecek, satırlara dökülemeyecek kadar derin. Bir iç çekiş, bir özleyiş ve bir sıcaklığın sizi sarmalaması, bir manto gibi manevi huzur iklimine doğru çekmesi gibi bir şey.
Penceremden içeriye akın eden sabah sesleriyle birlikte biriktirdiğim tüm sesler birbirine karışıyor. Önce yalpalayacak, tökezleyecek oluyorum ancak düşüncelerim ağır basıyor. Tutuyorum kendimi.
Sessizliğe bürünen tabiatın içinde kendine yer edinmeye çalışan ancak sahipsizlikten gidecek yer, sığınacak bir siğne bulamayan tüm sesler benim olmuş ve seslerin sessiz çığlıklarını haykırmak istemiştim gibi geliyor şu an.
Haykırmak ve sabahın yalnızlığına ortak olmak için böyle zamanları mı beklemek gerekir bilemem. Ancak bildiğim tek şey zamanın her dem bizi beklediği ve seslerin tüm renklerini bize getirmeye amade sessiz bir anın var olduğudur.
Gözlerimle taradığım dağın eteklerinden şehre inmek istemiyorum. Şehre inersem biliyorum ki bana sığınan sesler terk edecekler!
Bana ait olan duru dünceler şehrin kaldırımlarında, cadde ve sokaklarında birileri tarafından çiğnenecek!
Sesim çatallanacak, kısılacak. Yumruklarım gevşeyecek biliyorum!
Biliyorum sessizliğim kaybolacak ve düşünce özürlü insanların seslerinden uzaklaşmak için yine böyle bir anı beklemem gerekecek.
Haziran öncesi gergin atmosferden uzaklaşmam için siyasilerden uzak durmam gerekecek biliyorum.
İyisi mi nisan esintileriyle hemhal yaşadığım anın keyfini çıkarıp sabahın bereketiyle gelen tüm güzelliklerin uyanışını seyretmek.
Güneşin göz kırpışını, kuşların, horoz seslerine karışan cıvıltılarını, motorların dağları delen homurtularını, simitçilerin çığlıklarını, ambulansların acı ve tiz sesleriyle yardım dileyen avazlanmalarını… Çocukların annelerinden önce uyanıp sabahın bereketinden nasibini alma mücadelesini…
Dağa doğru uzanan şehrin kılcal damarlarında tek tük beliren insan gölgelerinin karaltılarını, paltolarına sığınan ve kendilerine tutunarak hızlı adımlarla dükkanlarını, iş yerlerini açıp nasiplerini aramaya koyulan esnafların uyku sersemliğiyle esnek ve yarı kapalı gözlerle ilerleyişlerini…
Sabahın ilk saatlerini seviyorum.
Şehrin uykuda oluşunu izlemek uyanıkken şehrin karamsarlığına şahit olmaktan çok daha güzel geliyor bana.
Sabi bir çocuk edasıyla nazlı uykusuna devam eden beton yığınlarıyla çepeçevre kuşatılmış bir şehirde daha başka hangi zamanlar sevilebilir ki?
Şehrin kimseye anlatamadığı dertlerine şahit olmak; ve bizzat şehri kendisinden dinlemek en keyifli zamanlarmış gibi geliyor bana.
Tıpkı şehirli, ucuz cesaretli pahalı zevk sahibi insanın anlatamadığı dertleri gibi dertleri olan şehrin.
Güneş gözlerini açtı.
Şehrin üzerine doğru abanıp biraz sonra dağın yamaçlarından tüm vadiyi, ovayı kuşatacak. Ve şehir uyanacak…
Bense uyanıkken şehirle birlikte olmayacağım.
Sabahın erken, kör karanlık bir anında şehri dinlemek için pencerem açık gelip bana dertlerin anlatmasını bekleyeceğim.
Beklemek, şehirli insanı kurtarmak ve yeniden cesaretlendirmek için en iyi ilaçtır bazen…