MANİSA YANGINI VE HÜSEYİN ONBAŞI
NACİ YENGİN
www.tarihistan.org
Ay, gün batımına doğru eski haşmetini kaybetmiş boynunu bükerek şehrin üzerinden çekilmeye başlamıştı. İnsanların telaşlı uçarılığına karışan panik hallerinin altında biraz da sevinç gözyaşlarının izi vardı.
Niçin sevinmesinler ki?
26 Mayıs 1922’den 8 Eylül 1922’ye kadar süren işgal sona eriyordu.
İnsanlar hala tedirgin Ulu Cami’nin etrafında sevinçlerini katmerleştirmek istermiş gibi ordunun önünden gelen askerin taşıdığı bayrağı seçmeye çalışıyordu. Uzaktan kopan bir toz bulutu her geçen dakika kendilerine yaklaşıyor ve alevlerin ortasında kalan şehri teslim almaya başlıyordu.
Al yanaklı toprak kokan ve çamurlu çizmeleriyle göğsü taşacak gibi gururla ve gözyaşlarıyla yürüyen Hüseyin Onbaşı geldikleri şehrin kendi şehirleri olduğunu anlayamadı önce. Ancak çevreden gelen insanların gözyaşları ile gözlerinden akan damlaların birleşmesi ve insanlarla kucaklaşmasından sonra ancak o zaman inanabildi ulaştıkları, kurtardıkları kendi şehri olduğunu yanan şehrin.
Yanan ancak kurtarılan şehre şehir denebilir miydi? Ayakta kalan birkaç ev vardı koskoca mahallelerden. Birkaç saman damı, birkaç toprak örtü ev ve birkaç cami kalmıştı koskoca şehirden. Yakılmış ve yıkılmıştı şehir baştan başa. Yok edilmiş ve yağmalanmıştı. Ermeni ve Rumların da evleri vardı bu mahallelerde. Ancak önce kendi evlerini yakmışlardı giderlerken. Oysa yüzyıllardır aynı mahallede yaşamış ve aynı çorbaya kaşık sallamışlardı.
Şehrin yakılacağı günlerdir konuşuluyordu Rum ve Emeniler arasında. Hatta yıkım ve yakım ekibi kurmuşlardı kendi aralarında.
5 Eylül’de Malta, Alaybey, 6 Eylül’de Çarsı…yanıyordu.
Saruhan ili gökyüzü tutuşmuş gibi kızılca kıyameti yaşıyordu.
Yarım saat içerisinde şehrin beş on yerinde başlayan yangın kol kola girmiş şehri çepe çevre kuşatmıştı. Manisa bir yanardağ olmuş lavlarını püskürüyor ve insanlar kaçıyordu.
İnsanlar Rum ve Ermeni katliamından kaçıyordu. Kaçamayanlar yanıyordu. 3500 kişi yanarak can vermiş,855 kişi kurşuna dizilmiş, 300 Müslüman-Türk kızının ırzına geçilmişti.
Şehir yanıyordu. Ruhlar paramparça, sevinçler donuk, Çaybaşı ve Tabakhane civarından dağa kaçabilenler şehre girmek ve acı gerçeği görmek istemiyorlardı. Koyu gümüş grisi duman şehri esir almış ve günlerce gitmemişti.
10700 ev,13 cami, 2728 dükkan, 19 han, 26 bağ kulesi, 3 fabrika, 5 çiftlik yakılmıştı…tarih, medeniyet, milliyet ve din yerle bir edilmişti. Türklük yok edilmek istenmiş ancak şahlanan ruhlar yeniden ayağa kalkmış ve işgalcileri sürüp vatanlarını kurtarmışlardı.
Hüseyin Onbaşı bu hengamede neler yaşandığını, evinin önüne nasıl geldiğini, kendisine sarılanların kimler olduğunu, kardeşlerinin yaşayıp yaşamadığını; daha da önemlisi yavuklusu Selver’inin nerelerde olduğunu hiç düşünemedi.
Göğe çıkan dumanların gözünün önüne çektiği siyah perdeyi aralayıp etrafını göremiyor ve sağlıklı düşünemiyordu. Ruhu can kuşundan uçacak gibiydi.
Karşısında alabildiğine uzanan ovanın ortasında akan Gediz Irmağı’nın peşinden akıp giden düşüncelerini bir türlü kurtaramıyor ve ırmağı geçerken dizlerine kadar ıslanan ve zangır zangır titreyen vücuduna söz geçiremiyordu.
Günlerdir Dumanlı Dağ’ın eteklerine mesken tutan binlerce çoluk çocuk, yaşlı genç insanlar şehre doğru koşar adım geliyorlardı. Yorgun, mahzun, kederli ve yoksul bu insanların tek düşündüğü vardı. Askerlerine kavuşmak ve onlara sarılıp doya doya gazilik, hürriyet kokusunu içlerine çekip şehitlerinden gelen mesajları dinleyebilmek!
Feryatlar göğe yükseliyor, çığlılar dumanların ardı sıra semaya varıyordu. Hüseyin Onbaşı bir an başının döndüğünü fark etti. Yanında durduğu yanmış ve yıkılmış binayı tanıyacak gibi oldu ancak tam emin olamadı. Kendi evleri olabilir miydi? Ya anası babası, kardeşleri neredeydi?
Ulu Camii civarından gelen binlerce çığlığa karışan ve kulağına aşina gelen bazı sesleri tam olarak ayırması mümkün değildi.
Mahallenin en yaşlısı Zehra Nineyi fark etti. “Yavrum, yiğidim, aslanım, sağ salim döndün ya. Al canım sana kurban olsun. Ne yapayım evde olan bu.” Zehra Nine bir yandan konuşuyor bir yandan da ayran, bulgur pilavı, incir ve üzüm kurusu veriyordu Hüseyin Onbaşı’ya. Yorgun ve çaresizliğin verdiği boş vermişlikle Hüseyin Onbaşı ne denirse yapıyor ve insanların sevinçlerine ortak olup kendisini onlara bırakıyordu. Direnmenin anlamı yoktu. Yıllardır uzak kaldığı şehri, mahallesi, konu komşusu her şeyden önemlisi ana baba ve kardeşlerini görebilecek olmanın engin sevincini yaşıyordu.
Şehre giren ordu insanların yoğun ilgisinden dağılmış ve disiplin kalmamıştı. Askerler her ne kadar kumandanlarından çekinip uzak durmaya çalışsa da insanların bunu önemseyecek, komutanın sert bakışlarına aldırış edeceği yoktu.
Alevler Gediz’in sularından aksedip şehri gece karanlığında aydınlatıyordu. Havai fişeklerin ardı ardı ardına gökyüzünde yanıp sönmesi gibi alev alan samanlıklar, konaklar, çamlıklar, odun ve kömür depoları, sazlıklar…evler, camiler, kızların gelinlikleri, yazmalar, danteller, oyalar, Çaybaşı’ndaki değirmenler, Karaköy’deki tatta köprü… yanıyordu.
Günlerdir şehri teslim alan alevler yavaş yavaş yerini dumanlara, yıkıntılara, is ve harabeye bırakmıştı.
Çığlıklar yaklaşıyor ve Hüseyin Onbaşı bir türlü kendini toparlayıp insan seline doğru gidemiyordu. Dizlerindeki fer bir anda bitmiş, hasta, sakat hatta kötürüm kalmış gibi hissediyordu kendini. Adım atacak dermanı yoktu. Afyon ovasından bu yana hiç mola vermeden gelmişler bu kadar yorgun hissetmemişti kendini. Zehra Nine vardı seçebildiği en tanıdık sima. Yanında bir de uzaklardan kulağına çalınan tanıdık bir çığlık!
Hepsi o kadar. Bambaşka bir dünya ve hiç tanımadığı bir yereymiş gibi garip halinden kurtulamamıştı bir türlü.
Hüseyin Onbaşı kurtardığı şehrin kendi şehri anlaması mümkün olmadı. Yavuklusu Selver’i görmeden ruhunu teslim etti Zehra Ninenin kucağında. Titriyordu son nefesini verirken. Ancak hiçbir zaman tebessüm eksik olamadı dudağından.
Yangın yeri olan şehirden arta kalan harabe ve hayalet şehir aylarca temizlenemedi.
Şehitlik anıtı şehitler adına dikilmiş olsa da Karaköy’deki Kırmızı Köprü’nün kan rengi, Çaybaşı’ndan akan kan rengindeki suyun binlerce Türkün şehitliğinin canlı tanığı sayılmalıdır.
www.tarihistan.org