İstanbul’a dair/Üsküdar, Eminönü, Küçük Ayasofya
Bir şehri neden sever insan? Bir şehir insanı neden bağlar kendine? Bir şehir neden İstanbul olur?
Bir şehre Dersaadet dendi mi o şehir İstanbul’dur artık! Yüzyıllarca böyle anılmış ve huzur şehri olarak kalmıştır.
Sabahın ilk saatlerinden itibaren İstanbul’un hakkını vermek ve yıllarca adımladığım kaldırımlara yeniden kavuşmak arzusuyla evden çıkıyorum. Sabah ezanında uyanıp adımlarımı ve ruhumu sokakların sakinliğine bırakıyorum.
Sokakların sakin sesi sabahın ilk saatlerinde duyulabilir ancak. Zira başka türlü şehrin sesini duymanız, onu dinlemeniz mümkün olmayabilir!
Şehri dinlemek, şehirde yaşayan insanların ruh dünyalarını dinlemektir bir bakıma.
Sokakların sesi tazedir ilk saatlerde, serin esen rüzgârın yanında kuşlar henüz uzaklaşmamıştır şehrin üzerinden. Dağlara, ormanlara kaçmamıştır ruhlar. Kaçmamıştır bakir duygular.
Bir de şehri dinlemenin en emin ve en güzel tarafı şehri şehir yapan kıymetli dostların sesidir.
İlk saatlerde başladığım yolculuğum genellikle Mihrimah Sultan Camiinin önünden başlar. Çoğunlukla yaptığım gibi Üsküdar Vapur İskelesine doğru doya doya denizi seyretmekle başlıyorum. Denize doğru yürümekle…
Üsküdar Vapur İskelesinden Eminönü’ne geçiyorum. Martılar ve balıkların sudaki dansı atılan oltaların, kanat çırpan, yem kapma yarışı ve simit atan çocukların cümbüşü altında bir yanda boğazın muhteşem görüntüsü bir yandan Topkapı Sarayından gelen sessiz çığlıklar... İstanbul’un doyumsuz sesini dinleyerek Boğazı ikiye ayıran suyun ortasından geçiyorum. İlk defa yapıyormuşum ve ilk kez onunla buluşacakmışım gibi bir kıpır kıpır bir heyecan kaplıyor içimi!
Eminönü’nden yürüyüş yoluyla tarihin ahenkli dansının figürleri arasında Cağaloğlu’na çıkıyorum.
Cağaloğlu yıllarımın geçtiği mekânların başında gelir. Gazetecilik yıllarım, dergi çıkardığımız günlerin heyecanı, yayınevlerinde geçen onca aylar derken ne kadar da çok eylenmişim Cağaloğlu’nda! Şimdilerde geriye dönüp bakıyorum da değer miydi diye de hayıflanmadan edemiyorum! Güzel hatıralar bırakmış ki yeniden aynı mekânlara, sokaklara özlem duyuşum bundan olsa gerek.
Osmanlı başbakanlarının oturduğu o muhteşem binanın etrafı şimdilerde çok ıssız! Birkaç meraklı turist ve Valilikte işi olanların uğradığı resmi bir kurum haline gelmiş. Hâlbuki Osmanlın kalbi burada atardı! Dünyanın kalbi burada atardı. Basın yayın dendi mi Cağaloğlu gelirdi aklımıza.
Küçük Ayasofya’da Ahmet Yesevi Vakfının bahçesi hafta sonu olması hasebiyle ıssız. Benim için Küçük Ayasofya demek biraz da Yesevi Dergisi ve Erdoğan Aslıyüce demektir! Küçük Ayasofya demek İslam Ansiklopedisinin hazırlıkları için aylarımın geçtiği semt demek.
Küçük Ayasofya için ayrı bir sayfa açmalıyım. Geniş ve bitmeyen cümlelerimin ortasında bir sayfa olmalı. Kalemimi eğip bükmeden yazmalıyım Küçük Ayasofya’yı. Benim için Küçük Ayasofya öyle sırada bir semt değil. Şimdilerde küçük dükkânlar, butik oteller haline gelen ve daha çok turistlerin mekânı olan bu semtin cıvıl cıvıl olduğu; çocukların oynaşıp kadınların kapı önlerinde sohbet ettiği akşamlar bilirim. Tarihe sırtını yaslayan insanların Rum, Ermeni, Türk yan yana yüzyıllarca yaşadığı hanelerde oturan insanlar. Şimdilerde metruk evlere yurt dışından çok talep olduğunu öğrendiğimde sevincim kursağımda kalıyor! Meğer daha önce kilisesi olan bu semtin etrafında kümelenen evler özellikle tercih edilip satın alınıyormuş bazı çevreler tarafından!
Küçük Ayasofya’da 1990’lı yıllarda geçirdiğim zamanları ayrıca yazmalıyım... Çayların kaşık sesinden başka herhangi bir sesin duyulmadığı Küçük Ayasofya’daki dost meclisleri unutulmaz.
FACEBOOK YORUMLAR