Naci YENGİN

Naci YENGİN

Genel Yayın Yönetmeni
[email protected]

İNSAN

01 Kasım 2018 - 22:57

Eşref-i Mahlûkat. 

      Sosyal bilimciler ne derse desin sırrını çözen beri gelsin insanlığın.  

      Düşünce üreten, ağlayan, gülen-güldüren; sevinç ve hüzünleri beraber yaşayabilen… Tüm zamanların en muamma varlığı.  

      Öyle olaylar vardır ki en olmayacak yerde beklenmeyen tepkiler vermesine rağmen, bazen de en korkunç kimliği ile canavarlaşabilen bir yönü vardır insanoğlunun.  

      “Modern insan bunalımlı insandır.” der psikologlar. Geliştirdiği teknolojinin emrine giren ve sorunlarını çözmekten aciz kalan insan için ayrı uzmanlık alanları doğmuş ve onu sorunlarından kurtarmak amacıyla enstitüler açılmıştır. 

      İlk zamanlarda ve Ortaçağda tarım ve köy hayatı içerisinde basit kurallar etrafında mutlu yaşayan insanoğlu teknolojik gelişmelere paralel olarak mutluluğunu kendi eliyle yaptığı teknolojiyle kaybetmiştir. Köyden kente, modern hayata geçiş yapan insan, önce geniş sosyal çevresini kaybetmiş; milli geleneklerini örf, adet ve alışkanlıklarını değiştirerek çağdaş olarak gördüğü şehrin boğucu kuralları içerisine sıkışmıştır. 

      İster zorunlu şartlar, isterse modern yaşamın cazibesine kapılarak öz kültürünün oluştuğu sosyal çevreyi bırakarak şehirlere, metropollere inen insanın dünyası işi ve evi arasında sıkışıp kalmıştır. Dar çevre kültürü içerisinde benliğini, geleneğini koruma arayışını da elden bırakmayan insanoğlu bu amaçla dernek, cemaat, tarikat, kulüp ve kültürel dokusunu destekleyen oluşumlar içerisine girme zorunluluğu duymaktadır. 

      Sanayi toplumlarında daha da belirginleşen insan ve sorunları tarım toplumlarında fazla görülmez. Bunun temel nedeni kapalı toplumlarda sorunların çözümünün daha kolay olması ve insanın kendine-çevresine olan güveninin hiçbir zaman kaybolmamasıdır. 

      Bizim toplumumuzda modern yaşama dair öykünmecilik önceleri Avrupa teknolojisine olan ihtiyaç ve hayranlıkla başlamıştır. Osmanlı toplumunda saray ve üst tabakada meydana gelen bu anlayış değişikliği zamanla kültürel hayat ve Avrupai yaşamın ülkeye getirilmesiyle taklitçi-özentici bir hal almış ve Avrupa’ya karşı psikolojik aşağılık kompleksine dönüşmüştür. Avrupa’ya giden ve eğitim düşüncesiyle ülkeyi temsil eden aydın-bürokrat çevresinin başlattığı hayatındaki değişiklik zamanla halk kesimleri arasında rağbet görmüş, bu durum sınıf atlama şeklinde değerlendirilmeye başlanmıştır. 

      Kendi teknolojisi ve sanayisini yaratarak belirli bir süreç içerisinde modern yaşamın kurallarını kültürüyle birlikte sentezleyen batı dünyasına rağmen bizim gibi sonradan batılılaşma hastalığına yakalanan toplumlarda sanayileşmeden batıcılaşma çabaları çoğu zaman gülünç duruma düşmekten de kurtaramamıştır insanımızı. 

      Aydın-bürokrat kesimlerin hayranlık ve taklitle adapte etmeye çalıştıkları batılı yaşam tarzı çoğu zaman sindirilemeden insanımızın kursağında bir ur olarak kalmış ve kafalarımıza işlenen bu hayat tarzı, ne vücudumuza ne de benliğimize uyum sağlayamamıştır. 

      Oryantalist mantıkla adapte edilen bu yeni hayat modeli karşısında direnmenin, sırt dönmenin hiç mi hiç faydası olmayacak ve eğitim politikalarıyla zorunlu olarak yeni beyinlere bu felsefe enjekte edilecektir. Benliğimize giydirilen deli gömleği her ortam ve şartta üzerimizde sırıtacak ve batılı mı doğulu mu olduğunu bir türlü karar veremeyen insanlar yığını modern şehirlerin varoşlarında kendilerine yeni bir hayat alanı aramaya başlayacaklardır. 

      Görünüşüyle batılı, özüyle Anadolu’yu yaşayan halk iki ara bir dere nereye, hangi yöne gideceğini bilemeyen kılavuzu elinden alınmış şaşkınlar olarak arz-ı endam etmektedir. 

      “Sen bir az gelişmişsin!” dedikleri insanımız çok gelişmiş ülkelerin iştahlarını kabartan bir meta olarak kaldıkça insana dair açmazlar, sorunlar, dramlar ve çığlıkların dineceği yoktur. Üstelik yöneticilerin yönetim adına millete olan sorumlulukları daha da artmaktadır. 

Milletine sahip çıkmak, insanını mutlu ve adaletli bir ülkede yaşıyor görmek bahtiyarlığın en yücesi olsa gerektir.

Reklam