İNSAN DENEN MEÇHUL!
İnsan, canıyla kanıyla ruhuyla insandı bir zamanlar. Ancak günümüz öyle mi ya! Hele hele geleceğin insanının öyle olmayacağına yemin edecek çok insan tanırım!
“Gönlündeki doyumsuz, engin acıları son damlasına kadar kana kana içerek yalnızlığına doğru giden insan, gönlünün soğuk yalnızlığına doğru gittiğini çok geç anlıyor!”
İki çağ ve birçok değer arasında sıkışıp kalan, ürettiği malın kölesi olan, tüm kokuşmuşluk ve sonuçsuzluk düşüncesine rağmen hayatın tüm güvensizlikleri, kişisel açmazlarını cehenneme dönüştürmede yarışılamayacak beceriye sahip olan yine insandır! Yalnızlığın girdabında çırpınan, ancak çırpındıkça kolu kanadı kırılıp dibe çöken bir ruh dünyasına, benliğine sahiptir üstelik! Ve bununla da gurur duyan, böbürlenen bir insan türü var karşımızda!
Hazlarıyla, ağrı ve sızılarıyla kendine bir yol çizmeden yaşayan yüksek egoların sahibi, bir süre sonra kendini psikolog ya da psikiyatride bulmakta ve toplumdan daha çok soyutlanmış; iç dünyasına söz geçiremeyen bir ruh haline dönüşmeye başlamış olduğunu fark ettiğinde çok geç olmuştur.
Hâlbuki başka iklimlerin de havasını koklamayı bilmeli insan. Hiç tatmadığı, tattırılmayan manevi iklimlerin dünyasına yelken açmayı bilmeli! Kaçıp sığınabileceği bir dost, bir sırdaşı olabilmeli. Varsın teknolojiden uzak olsun, varsın telefonlar cevapsız bırakılsın; sanal dünyayla, medyayla bağları kopmuş olsun... Ancak huzurlu, insanın iç dünyasını hatırlatan bir kapının açık olduğunu bileceği bir dünya olsun. Kendisini, hayatı, tabiatı, kuşların, ormanın yapraklarının sesini duyabileceği bir sığınağı olabilsin. Yeter ki modern insanın belgesellerde izlediği tabiatın içinde horoz ve kuş seslerinin anlamını keşfedebileceği bir yeri olsun.
Sabahın ilk saatlerinde tenine değen ıslaklığın, yapraklara, otlara düşen çiğ tanelerinin olduğunu bilmeyi arzulamak gerekir öncelikle.
…
Yaprakların üzerindeki serin ıslaklığı alev gibi yanan yüzüne değdirip içine dolan serin huzuru yaşamayı arzulasın. Bunca hazzın hiçbir teknolojiyle mümkün olmayacak bir mutluluk olduğunu fark etsin.
Derken ormanın içinden, yürüme imkânı bulanmayan yeşilliklere, çam, meşe… Ağaçlarının içinden bir kedi belirir.
On metre ileride gözlerini dikmiş öylece bakıyor. Birkaç defa “gel”, “gel” diye seslenip yanımda yer göstersem de aldırış etmiyor. Ancak göz açıp kapayıncaya kadar gözden kayboluyor.
Birkaç gündür ormanın içinde çıkıp gelen bir kediyi fark ediyordum. Ancak ilk kez bu kadar yaklaşması aç ya da yalnız olduğu düşüncesi uyandırdı bende. İhtimal yavruları vardı. Ormanın içinde bir yerde saklanıyorlardı. Onlara yiyecek bir şeyler götürme telaşı seziliyordu. Seyrek de olsa insanlar dolaşıyor etrafta. Birkaç yüz metre aralıkla evler var. Işıklar yanıyordu, çocuk sesleri yankılanıyordu. Akşamları, gece ışığının altında oynaşan, kahkahalarla gülen insanlar vardı. Yaşlı bir çift yaşıyordu. Kedi, beklide yumurta ve civcivleri gözlüyordu. Olabilirdi!
Sabahın erken saatlerini sever hayvanlar. Hayat erken uyanır. Yalnızlık nedir bilmezler. Yapıları gereği bazıları yalnız yaşamak zorundadır. Bazıları da yalnızlığı tercih ederler bile isteye. İnsanlar da öyle değimlidir? Her ne kadar kalabalığın ortasında yaşıyor görünseler de yalnızdırlar aslında!
Modern binalar yapanlar ruhlarının tamirine hiç zaman ayırmadı. Modernliğin girdabında yok olmakla karşı karşıya kaldılar! İnsanlar ne kadar da yalnız. Ruhlar ne kadar da başıboş bırakılmış. Konuşabilecekleri birisini bulmak için bile paranın çekim gücüne inanırlar! Konuşmalar, tartışma ve kavgalar hep makineyle. Mesai saatlerine ayarlı sohbetler. Gülmek, sevilmek, gözyaşı dökmek ve teselli aramak bile teknolojinin emrinde.
Dedim ya, yalnızlığın bunalımında intihar kültürünü yaşayan insanlık ya kaybedecek ya da milliliğimiz ortadan kalkacak! Bunun ikinci bir seçeneği yok!
Dedelerimizin bizlerden daha mutlu olduğu kesin. Sokaklarında, mahalle aralarında oynarken, kavga edip çamurlara bulanırken, gülerken, ağlarken, yalnız değillerdi. İnsan vardı, insanlık vardı dünyalarında.
Alexis Carrel’in “İnsan Denen Meçhul” adıyla Türkçeye tercüme edilen bir kitabı vardır. Çeğrek asır önce okumuş ve çok beğenmiştim. Demek ki yıllar sonra bizim bir yazımıza başlık ilham olacakmış bu Carrel’in kitabı.
Kedi alabildiğine özgür ve mutlu dünyasında ormanın içinde yavrularıyla uzaklaşırken geriye dönüp zavallı halime acıyarak bakıyor!
Naci YENGİN