Filibeli Ahmet Hilmi ve Şehirler
Eskiden şehirlerin kendilerine özgü bir özelliği vardı. Her şehir geçmişten getirdi özellikleriyle tanınır ve bilinirdi. Amasya’yı Amasya yapan özelliği ile Manisa’yı Manisa yapan özellikler farklıydı. Elmayı Amasya ile özdeşleştirirken üzümü, dokumayı, mesiri, Şehzade Şehri Manisa ile özdeş düşünürdük. Ancak günümüzde bunu söylemek iddialı bir yaklaşım olarak değerlendirilir.
Şehirlerin köy, ülkelerin federasyon gibi birer yönetim merkezleri olarak düşünüldüğü uluslararası sistemin dayattığı kültür, sanat, mimari, tüketim kültürü, teknoloji, günlük hayata dair alışkanlıklarımız, zevkler, tasalar; beğeniler, inançlar… Aynılık göstermeye başladı!
Tek merkezden yönetilen ekonomi, teknoloji, hayat, düşünce ve inanç modelleri bırakınız şehirlerin farklılıklarını ülkelerarasındaki milli farklılıkları bile ortadan kaldırmaya başladı.
Kanaatimiz odur ki uluslararası sistem ne kadar dayatırsa dayatsın, insanlığı ne kadar robotlaştırmaya çalışırsa çalışsın önümüzdeki süreçte milli farklılıklar, yerel özellikler ve milli güç unsurlarının yeniden önem kazanacağı bir döneme doğru gideceğiz. Buna mecbur ve mahkumuz! Bunun için ülke ve millet olarak, şehirler ve bölgeler olarak yerel milli varlıklarımızı korumak, kollamak ve tekrar canlandırmak zorundayız.
Yaklaşık yüz elli yıl önce Manisa’da (Ulu Mezarlık-Ulu Park ve Ayn-ı Ali) etrafında geçen Filibeli Ahmet Hilmi’nin “A’mak-ı Hayal” kitabından Manisa’ya dair satırları okuduğumuzda günümüzde yerel kültürün, özgünlüğün neresinde olduğumuzu daha iyi anlayacağız.
…
“…Şehri, Türkiye’nin en büyük ve en güzel şehirlerinden biridir. Ben bu şehirde bir süredir, şehrin ortasında bulunan bir mahallede oturuyorum. Hükümet Konağı ile evim arasındaki yollarda dikkati çekecek pek çok şey vardı. Kimsesiz evler, her biri birer sıkıntı ve yoksulluk yuvası olan nice viraneler, geçilmez sokaklar, pis caddeler… Ancak gerçekten dikkat çekici olan, evime yakın eski bir mezarlıktı. “
“Bu mezarlığın etrafı çok sağlam ve ustalıkla yapılmış duvarlar ile örtülmüştü. Duvarda onar metre ara ile açılmış pencerelere takılmış tunç parmaklıklar gerçekten güzellik ve işçilikleri nedeni ile dikkat çekiyordu. Mezarlığın kapısı sonradan takılmış bir tahta parçasıydı. Eski kapının, zamanın yıkıcılığına dayanamayarak yok olduğu şimdiki kapının sıradanlığından belli oluyordu. Bu mezarlık, yalnız birçok hatıra ve cesedin defin edildiği bir yer değil, birçok güzel eserinde hazinesi durumdaydı. Pencerelerden görünene göre mezar taşlarında eski hattatlarımızın eşi bulunmayan kalemlerinden çıkmış sayısız yazılar vardı.” (s.9
“Bu kasaba (Manisa) gördüğüm yerlerin en güzeli idi. Bu ufak sakin kasabadan o kadar hoşlanmışımdır ki gücüm yetse orada otururdum. Kasabanın evleri birbirinden oldukça uzak ve her biri üç-beş dönüm büyüklüğünde bahçelerin içindedir. Her evin bahçesinde sayısız ırmaklar akar. Hatta bazı sokaklarında bile büyükçe ırmaklar vardır. Bahçeleri meyveli ağaçlarla doludur.”
“Bu kasabada pek çok gül yetişir. Bu güllerin açma mevsiminde bülbülleri pek çoktur. Sözün kısası… Kasabası yeryüzünün cennetlerinden biridir.” (s.15)
“Birkaç yüz senelik büyük ağaçların gölgesinde yürümeye ve terkedilmiş kabirlerde büyümüş ve ölü kokusu saçan iri otları çiğnemeye başladım. “
“Mezarlığın ortasında yuvarlak bir çizgi üzerine dikilmiş birtakım ağaçlar dikkatimi çekti. Biraz oturmak için o tarafa gittim. Bu ağaçlar birbirine bitişik yapılmış ve büyük bir aileye tahsis edilmiş mezarların etrafındaydı. Ağacın birine dayandırılmış, yarısı hasırdan, yarısı tahta parçalarından yapılmış bir kulübe gözüme çarptı. Terk edilmiş olduğunu sanarak kapısını açacağım sırada içinden eski püskü elbiseler giymiş yaşlı biri çıktı.”
“Elli yaşlarında olduğu sanılan bu adamın (Ayn-ı Ali) başında yeşil bir takke vardı. Kırk elli kadar ayna parçası takkeye yapıştırılarak başlık süslenmişti. Birçok kumaş parçaları yamanarak gökkuşağının renklerini andıran rengârenk yırtık cübbesinde de ayna, teneke gibi şeyler dikilmiş ve yapıştırılmıştı, öyle bir durumda idi ki bu adamı görüp de daha doğrusu elbisesine bakıp da gülmemek elde değildi. Ancak üzerime çevirdiği bakışında o kadar hoş bir yumuşaklık ve alçak gönüllülük, yüzünde de o kadar üzüntülü bir donukluk vardı ki haline gülmediğim gibi, kendisine doğru bir ilerledim.” (s.18-19)
Kendisine ait değerlerini koruyamayan milletlerin şehirleri de aynı oranda milli yıkımdan nasibini alacaklardır. Ve talana uğrayan şehirlerin kendilerini anlatacak hikâyeleri yoktur!
Milli kültür ve özgünlüklerini koruyamayan insan, şehir ve milletlerin sonsuza kadar millet olarak kaldığı görülmemiştir! www.tarihistan.org
FACEBOOK YORUMLAR