Cemil Meriç’in cenaze namazı
"Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını aşmak için en mükemmel silah: Kalem..."
Cemil Meriç
Bugün Cemil Meriç’in ölüm günü.
13 Haziran 1987 tarihini hiç unutmam. Arkadaşlarla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine yakın bir yerde Turhan’ların kaldığı öğrenci evindeydi oturuyorduk. Kalabalık bir ortamdı. Mehmet…, Mustafa…, diğer Mustafa’da oradaydı. Derken bir başka arkadaş daha geldi. Kim olduğunu hatırlamıyorum. Yüzü kızarmıştı, sanki dayak yemiş bir hali vardı. Olmayan şey değildi. Sık sık dayak yiyen arkadaşlarımız için hastanelere gittiğimiz olurdu. Ancak durum biraz daha farklı görünüyordu. Hemen toparlandık ve arkadaşın anlatacaklarına dikkat kesildik.
Arkadaşın titreyen ve ağlamaklı sesi “Üstat Cemil Meriç vefat etti!” sözleri bomba gibi düştü ortaya. Kaçacak yerimiz yoktu. Karanlık bir bodrum katında oksijen az uğrayan bir yerdeydik. Neden sonra sözün ağırlığı altında kaldık. Bir süre ne diyeceğimizi bilemedik.
Soğuk bir sessizlik hâkim oldu güneş almayan Laleli’nin ara sokaklarındaki bodrum katındaki eve.
Her birimiz suratımıza yumruk yemiş gibi birbirimize bakamıyor ne yapacağımızı, nasıl bir tepki vereceğimizi bilmiyorduk.
Gençtik.
Tecrübesizdik.
Ölüm sessiz çığlığı karşısında ne yapılabilirdi?
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum.
Üsküdar Yeni Cami’den kaldırılacaktı cenazesi. Öğle namazından sonra kılınacak cenaze namazına yetişmemiz çok zordu. Ancak yine de gitmeliydik. Kimse birbirine bir şey söylemeden sessizce, içimize akıttığımız gözyaşlarıyla dağıldık şehrin sokaklarına. Yürüyerek, koşarak Eminönü’nden kalkan Üsküdar vapuruna yetişmekti ilk düşüncemiz. Vapurlar o zamanlar hafta sonlarında saatte bir kalkardı.
Günlerden Cumartesi’ydi.
13 Haziran 1987 Cumartesi…
Üsküdar ağlıyordu. Vakur bir sessizlik ve isyan hali, kabullenememe hakimdi hepimizde.
Vapur sesi ağlamaklıydı.
Bir şeyimiz kaybolmuştu.
Bir yanımız eksilmişti.
Türk irfanı yetim kalmıştı.
Üsküdar’a giderken güneşin kavurucu sıcaklığı altında gördüğüm mahşeri kalabalığı başka bir yerde şahit olmamıştım. Herkes Cemil Meriç için Üsküdar’daydı.
1916’da başlayan hayat yolculuğunun sonuna gelmişti.
Cemil Meriç bizlere veda etmişti. Burnumun direği sızlıyordu. Ağlamak değildi bu. Başka bir şeydi.
Son yolculuğunda onunla vedalaşmadan gönderemezdik.
Üsküdar vapuruyla ona gidiyorduk.
Üsküdar sessizdi.
Mahşeri kalabalık şahsı manevisi karşısında eğiliyordu.
Ebediyen yaşamak için, yaşatmak için mücadele etmişti.
Geldi, mücadele etti, savaştı, Bu Ülkenin insanıydı. Nice Jurnallerini okumuştum. Umrandan Uygarlığa seslenmiş, Kırkambar ’la ne ararsan bulunur demişti. Derde devadan gayri… Işığı Doğudan getirmişti yeniden. Bir Facianın Hikayesini anlatmıştı hep. Bizim hikayemizi… Kültürden İrfana seslenmişti. Babil Kulesinde çölde vaaz verenlerdendi… okumayanlara, düşünmeyenlere, anlamayanlara seslenmişti. Sesi, sözü, kalemi silah gibi kullanmıştı. Gözleri ışığa kapanmıştı belki ama kalbi ve zihni her zaman ışığın, irfanın, Türk’ü arayışla geçti.
Bugün aradığını buldu. Ona varmak için bize veda etti. Mekânı cennet olsun…
Üstattan birkaç cümle:
“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın. Daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayan körü olmak isterdim. Kelimeden, sevgiden bir köprü...”
“Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi. Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, uzanmadan irşat.”
“Her dudakta aynı rezil şikâyet: Yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye'nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.”