“BUĞU ÖMRÜM”[1] YA DA FEVZİ YETKİN’İN ŞİİRİ ÜZERİNE
Sanatın zirvesi olarak gördüğüm şiire karşı hep bir meyil duydum. Ancak gel gör ki şiir kitabı çıkarmak ve edebiyat dünyasına faş etmekten hep çekindim. Tırsmak da diyebiliriz bu çekinceli halime. Hala daha öyleyimdir!
Değişik zamanlarda karaladığım şiirimsilerimi yayımlamak gibi bir cesaretim olmadı. Üstelik bu alanda “mansiyon ödülü” denilen teşvikkâr bir deneyimim olmasına rağmen bir türlü toparlayıp şiirlerimi yayımlayamadım.
Ancak şiir ruhlu bir milletin ahfadı olarak bilinir ve bununla da gurur duyarız. Sözlü geleneğimizi taşıyan şiirleriyle ozanlarımız gönlümüzde, zihnimizde hep yaşayageldi. Hoca Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri Yunus’la devam etti. “Yunus”lar çoğaldı, ozanlar arttı millet olarak “Türk’üz türkü çığırırız” sözüne iman ettik.
Lise yıllarımda Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şiirin devlerini tanıma ve okuma imkânı bulduğumdan mıdır bilemem sözlü ve yazılı kültüre karşı temayülüm artarak devam etti. Üniversite yıllarımda şair olduğunu ifade edenlere karşı saygım sevgim ve hürmetim hep arttı. Hatta ilk şiir denemelerimi daha lise yıllarımda kâğıda dökmeye başlamıştım. Sezai Karakoç’u tanıdım sonra. Cağaloğlu yokuşunda sırtında taşıdığı dünya mısra mısra dökülüyordu. Sedat Umran’ı tanıdım. Hala dinç ve gür sesiyle söylevine devam ediyordu. İsmet Özel, o her mısraı bir namluya mermi süren girdiği kalbe girerken gül, çıkarken hançer yarası sızısı veren “Erbain” şairi.
Hilmi Yavuz’la aynaya bakmayı, sözün gücünü keşfettim. “Hüznün bize en çok yakıştığını” duydum onunla. Doğu’nun doğurgan topraklarının ne kadar mümbit olduğunu, Erdem Beyazıt’la Peygamber sevdasını, ölümün ölümsüzlüğe açılan kapı olduğunu, Cahit Zarifoğlu’yla insanın bazen yağmur olmak istediğini duyumsadım. “Erken mi yoldayım/ Ben mi geciktim” diyerek ikilemler biriktirdim. Toprağa, havaya ve suya ektiğim gök ekininin bir gün beni de biçeceği günü bekledim, bekledim ve “Hiç” olmayı çok arzuladım.
Sonra edebiyat, sanat dergileri arasında mekik dokuduğumuz yıllar… Yazılarımızı, şiirlerimizi yayınlatabilmek için bir göz, bir jest, mimikten anlamlar çıkardığımız hatıralar biriktirdik.
Ülkemin, dünyanın şairleri besledi ruhumu. Teskin olmak için şiirlere, mısralara ve satırlara sığındım yıllarca.
O gün bu gündür şiire dair ne varsa kulak kesildiğim doğrudur. Şairlerle sohbet etmeyi, mısralarda yolculuğa çıkmayı, ülkemin, vatanımın ve bütün insanların dertlerini omuzlayanlarla yürümeyi hep sevdim.
*
Son yıllarda edebiyat çevrelerinde “ Nitelikli şiir ve şair neden çıkmıyor” türünde bir tartışmadır gidedursun, İstanbul dergiciliği her geçen gün özgün edebi ürün vermekte zorlanadursun Anadolu’nun bağrı yanık topraklarında yeni fidanlar boy vermeye sanat- edebiyat dünyasına göz kırmaya devam ediyor. Boyalı basın, eli kolu patronlarına bağlı dergiler görmese de Anadolu’nun türkü kokan elleri nasırlı, yüreğinde korlar taşıyan ve her dem yanmaya devam eden gönülleriyle aşkı isyana, isyanı nakış nakış işlediği satırlara döken ve kendisine şair denildi mi kızaran, estağfurullah çeken şairler tanıyorum.
Son dönemde tanıdığım kendi sesini bulma yolunda önemli mesafeler alan ender şairler arasında Fevzi Yetkin adını bir kenara yazmanızı öneririm.
Fevzi Yetkin’in “Buğu Ömrüm” kitabı matbaa kokusunu üzerinde taşırken elime ulaştı. Her kitabın kendine has bir kokusu olduğuna inanırım. Bir samimiyeti bir dost sesini barındırırlar satırlarında. Cümle cümle, harf harf dizilen gözyaşları bazen tanrıya ulaşan yakarış bazen de feleğe isyanın adı olurlar.
Günahına denk yıldız toplayan satırlar düştükçe ıslanır gözyaşıyla Fevzi Yetkin’in mısralarında. Adanmış bir gönlün şiirleridir dense yeridir “Buğu Ömrüm”deki şiirler. Zira o adanmışlığın kırk lokması olduğunu ifade eder. Kırk birinci adanmışlık şairin payına düşen dizelerdir.
Miras olarak bırakacağı fazla bir şey bulamaz şairler, gönül insanları. Bıraksa bıraksa “İki dizenin arasında vurulan şiirleri” bırakır miras olarak şair.
Şairi kırların, ormanın ve ayakları toprağa basan insanın bazen pıtrak dikenli tarlalarda bazen de hüzün buğusunu çitlembiklerden soran gençlik tortularını ararken buluruz. Ve biteviye uçmağa varmanın hülyasıyla yaşar gençliğin çığlığı.
“Ölümün beyaz kanatları/ Gerilmiş gökyüzüme”
Aydınlığım musalla tatarını asri mezarlıklarda arar. Bulur mu? Bulmak için didinir, avazlanır. Bu da arzı yerinden oynatacak kadar semaya yükselen çığlıktır. Ama biteviye aramaya devam eder. Ölüm bir özlemdir çoğu şaire göre. Bu özlemi Erdem Beyazıt’ta da görürüz. Koca şair “Bulmak” şiirini “Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm/ Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm” diye bitirirken ölümü öldürmenin sırrına erdiğini de haykırır. Bu haykırış Yunus’un “Ten fanidir can ölmez /Çün gitti geri gelmez/Ölürse tenler ölür/ Canlar ölesi değil” sözlerinden farklı düşünülemez.
Kanaatimce şairler sayesinde Türkçe ilahi bir dil haline gelmiştir. Hoca Ahmet Yesevi’yle başlayan Yunus Emre ile devam eden Türkçenin ilahi mesaj dili haline gelme yolculuğu Türkçeyi kutsallaştırmış, arşa yükselen dilimiz her türlü dış müdahaleye rağmen bu günlere gelebilmişse bunda türkülerin, ninnilerin, manilerin, ağıtların ve ozanların çok büyük katkısı vardır diye düşünürüm.
Şair Fevzi Yetkin kendi sesini, dilini bulma ve kendi yolunu çizme noktasında önemli bir noktada. Şairlerin dili zenginleştiren bir geleneğin mirasçısı olduğunu ve bu miras üzerinde hayat damarlarının çağladığının ayrımında olan şairin satırlarından birkaç örnek sunarak sözlerimize son verelim.
“Kıyamet gizlenmiştir/ Sessizce gidişinde”
“Dizlerinde yaralı bir aslanım/Gözbebeğine bakıyorum avcımın
Omzumda gaddar pençesi gecenin/Silinmez izleri alnımda altın hecenin”
“Yıkılıyor kalbimdeki karanlık putlar/Avcun alınyazımdır”
“Toparladı dağılan düşlerimi ellerin”
“Kırk lokması vardı adanmışlığın”
[1] Fevzi Yetkin, Buğu Ömrüm, Gece Kitaplığı, Ankara, Ocak 2019