BOZGUNUN ZAFERİ! (MEÇHUL ASKER)
Günümüz insanı birçok gelişmeden habersiz yaşıyor.
Günümüz insanı birçok şeye kayıtsız kalıyor.
Günümüz insanı birçok şeye kılını kıpırdatmıyor!
Sancağın nazlı nazlı dalgalandığını görüp savaşa gönüllü yazılma kararı alan insanları hiç mi hiç anlamıyor!
Galiplerin karalama defteri olan resmi tarih, zaferleri baş tacı ederken mağlubiyetleri göz ardı etmeyi tercih ediyor! Günümüz insanı galibiyetlere karşı gurur duyan, mağlubiyetlerden ders çıkarmayan, aksine yenilginin tek nedeni olarak yönetimi, yöneticileri gören bir fotoğrafla yetiştirildi.
Viyanadan başlayan bozgun haberlerinin tek sorumlusu vardı. Komutanlar, sadrazamlar, padişahlar! Sonra Trablusgarp, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı... Ve vatanın elden çıkışı...
Başarılar herkesin, yenilgiler komutan ve idarecilerin eseriydi. 1913 Bab-ı Ali Baskını’ndan sonra ülkeyi 1918’e kadar tek parti sultası altında yöneten İttihat ve Terakki eğitim müfredatında olduğu gibi resmi tarih alanında da geçmişin hatalarını hep başkalarına yükledi. Tıpkı Cumhuriyet yönetiminin kurulmasını sağlayan kadrolar gibi! Tıpkı darbeler sonrası yönetime gelenler gibi!
Halbuki yenilgiler, hatalar, insan ve devletlerin dikkate alması gereken ibret aynalarıdır. Geçmişten ders alınması gereken en önemli olaylar yenilgilerdir. Milletimizin en büyük hasleti ilerleme ve cengaverlik olduğu için yenilgileri, acıları unutma eğiliminin çok güçlü olmasıdır. Hazmedilemeyen yenilgi unutulmalıdır ki bizi küçük duruma düşürmesin! Milletimizin benliği haline gelmiş bu durum hala daha devam ediyor. Yenilgilerden ders çıkarmak için illa savaş meydanlarında mağlup olmak gerekmez. Siyasilerin seçim yenilgilerinden tutunuz da milli takımın dünya kupasına gidememesine kadar genişletin yelpazeyi. Fark etmez! Küçük başarılar dev aynasında gösterilirken önemli başarısızlıklara mutlaka bir kulp takılır olmuş. Neden? Çünkü milletimiz hep zaferle yaşamış. Hep başarılara alışmıştır da ondan!
Yenilgilerden, başarısızlıklardan ve ülkenin kötü gidişatından; uluslararası arenada geri kalmışlıktan, ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklardan, demokrasi, insan hakları, terör... Her alanda görülen bireysel ve toplumsal açmazlarımızdan ders çıkaramıyorsak bunun nedenlerini araştırmak gerekir. Sosyo-psikolojik tarihi ve kültürel nedenleri ortaya koymak ve bu nedenler üzerinden gidilerek eğitimi şekillendirmek durumundayız. Aksi halde kendisini, ülkesini teknolojik gelişmişlik düzeyi yüksek toplumlarla kıyaslayan genç nesillerin psikolojik tarvmalar yaşaması kaçınılmazdır. Vatan, millet ve aidiyet duygularında sıkıntıların baş göstermesi kaçınılmaz olan genç nesillerin yetişmesinde zaferler kadar yenilgilerin de büyük etkisi ve katkısının olacağına inanıyoruz. Her yıl şaşalı bir şekilde kutlanan Çanakkale şehitlerini anma haftalarına bir de mesela Balkan bozgunu, Trablusgarp, Hicaz-Yemen, Filistin ve Kafkas hezimetlerini de ekleyebilirsek asıl o zaman amaç hasıl olacak ve genç beyinlerin hangi şartlarda başımıza nelerin geldiği ve gelebileceğini anlamaları daha da kolaylaşmış olacaktır.
Buraya kadar yaptığımız genellemeyi I.Balkan Savaşı’nda yaşanan bozgun ile özleştirmek isterim.
İlkokuldan üniversite hayatımızın sonuna kadar söz birliği etmişçesine 1912-1913 Balkan Savaşları ile ilgili değerlendirmeler üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Osmanlı’yı Balkanlar’dan atmak isteyen Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ birleşmiş ve batılı devletlerin desteği ve özellikle Ruslar’ın kışkırtmalarıyla Osmanlı’ya saldırmışlardır. I. Balkan Savaşı’nda Osmanlı İttihatçı- İtilafçı çatışması ve ordunun siyasete karışması nedeniyle kaybetmiştir. Edirne dahil tüm Doğu Trakya, Arnavutluk , Adalar ve Makedonya elimizden çıkmıştır...
Peki bunu kim söylüyor 1913 Bab-ı Ali Baskını ile yönetimi ele geçiren ittihatçılar. Neden söylüyor? Çünkü kendileri II. Balkan Savaşı’nda Edirne ve Doğu Trakya’da kaybedilen bazı toprakları geri aldılar! Bu anlatım resmi müfredatın tıpatıp aynısıdır. Peki o dönemde bizzat savaşın içerisinde bulunmuş insanların yazdıklarına bakılmış mı? Hayır!
2012 Balkan bozgunun ve Trakya’nın elimizden çıkışının yüzüncü yıl dönümüydü. Bazı etkinlikler yapıldı. Ancak yeterli değildi tabi ki. Trakya hala kanayan yaramız olmaya devam ediyor. Bosna-Hersek, Makedonya... Arnavutluk’ta tam bir huzur ve güven ortamı sağlanabilmiş değil. Hala Doğu Trakya’da yaşayan Türkler’in dini, milli ve kültürel hakları Yunanistan, Bulgaristan tarafından sağlanmış değil.
Milyonlarca Balkan Türk’ü Anadolu’ya sürgün edilmiş. Balkanlar’da Türkler’e uygulanan vahşet ve soykırımı dillendirmekten aciz durumdayız! Sürgün ve soykırımın en bariz göstergesi Bursa, Manisa, Balıkesir, İzmir, İstanbul... Anadolu’nun pekçok şehrine dağılmış bulunan Balkan Türkleri’nin torunlarıdır.
Meçhul Asker
Ve bir çığlık yükselir Balkan Savaşı’nın ortasından! Bizleri savaş meydanına götüren bir çığlık. Ziya Şakir’ın çığlığıdır bu. Ya da Ziya Şakir’in kaleme alarak aracılık ettiği Balkan Savaşları’na katılan iki askerin savaşın en hararetli dönemlerinde bile tuttuğu notlardan oluşan çığlık. “Meçhul Asker-1912 Edirne Muhasarası”[1]
Ziya Şakir ve kardeşi Kazım Beyle beraber Balkan Savaşı’na gönüllü olarak katılmış ve bizzat yaşadığı olayları kaleme almıştır yazar. Dönemin Vakit Gazetesi’nde tefrika edilmiştir.
Ziya Şakir ve kardeşi Kazım Balkan Savaşları için en önemli tanık ve kaynaklardan birisidir bizim için. Hem resmi tarih yazıcısı olmamaları, olayları daha farklı bakmalarına yardımcı olmuş hem de olayların içinde bulunmalarına rağmen Balkan Savaşı’nın kaybı ve Edirne’nin Bulgarlar’a nasıl teslim edildiğine tanıklık eden insanlar olmaları hasebiyle bir dönemin hafızası olmuşlardır.
İstanbul’da gazetecilik yapan vatanperver iki kardeşin Balkan Savaşı’na gönüllü yazılmalarıyla başlayan “Meçhul Asker” kitabı sadece bir kitap ve Balkan Savaşları’nı konu alan bir roman, bir günlük olmayıp o dönemin Osmanlı’sının da fotoğrafını çeken çok önemli bir eserdir. Öyle ki bir yandan yaşanılan dram ortaya konulmuş bir yandan da Anadolu’nun bağrından vatan için koşup gelen askerlerin kendilerine, vatanlarına olan imanına rağmen dönemin yönetim ve ordu zaafiyetlerini de kaydetme imkanı bulabilmişlerdir.
Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve askeri buhranın savaşın tam ortasında, siperlerde, askerlerin aç bilaç yaşadığı vurgulanırken öte yandan da soğuğun kol gezdiği Rumeli kışında Türkler’in Bulgar, Yunan ve Sırplar’ın baskı, tecavüz ve sindirmeleriyle köylerini, evlerini ve barklarını terk ederek akın akın selatin şehir olan ve Osmanlı’nın canı pahasına kurtaracağına inandıkları Edirne’ye gelişlerinin hikayesini anlatıyor Ziya Şakir.
Romanlarda kalan hayal mahsulü satırları arayanlar Ziya Şakir’in bu eserinde hayal kırıklığına uğrayacaktır. Zira yazar bizzat yaşadığı olayları gözler önüne sermiştir. Hatta bazen insanın bu bölümü biraz daha detaylı yazsaydı diye düşündüğü dram ve gözyaşı sahneleri kısa tutulmuş gibidir. Bilimsel bir eser olarak değerlendirilmese de Balkan Savaşları’nın acı ve çıplak gerçeğini yaşayarak ortaya koyması bakımından Ziya Şakir çok önemli bir hizmet ifa etmiştir. Şayet böyle bir çalışma olmasaydı Balkan Savaşları’nı içten okumamamız, olaylara bugün bile adeta yaşayarak tanıklık etmemiz, yeniden yaşamamız mümkün olmayacaktı!
Acı gerçek şudur ki Balkan Savaşı siyasi iradeden yoksunluk; ordu ve yönetim arasında kopukluk, cepheye siyasi kaygılarla gelen üst düzey yöneticilerin cepheyi, düşmanı ve bölge insanını tanımaması, tecrübesizliği nedenleriyle savaş ve bölge kaybedilmiş görünmektedir! Acı, yaşanmışlık ve yüzbinlerce şehit, yaralı, milyonlarca insan evsiz, anasız, babasız, kardeşsiz...Vatansız kalmışlardır.
Hayıflanmak, ah vah etmek acizliktir belki ancak insanın Balkanlar cayır cayır yanarken, insanlar katledilip, yüz binlerce vatan evladı göz göre göre ölüme gönderilir ve vatan elden giderken bazılarının buna seyirci kalmasına hayıflanmasın da ne yapsın!
Sözü baştan alarak yeniden hatırlatalım. Gelin tarihi yeni baştan kurgulayalım. Gelin gelecek nesillere taihten gurur duymalarını sağlarken tarih nası yazılır, yazılmalıdır bunları da öğretelim. Ya da tarih, vatan nasıl yok edilir, edilmiştir bunları da öğretelim. Unutulmasın ki kendi tarihlerini, kendi rotalarını kendileri belirleyemeyen milletler başkalarının çizdiği rotalarda yürümek, o planları, programları uygulamak zorundadır.
Türkiye’nin yeniden rota belirleme ve kendi planını, yolunu çizmesi elzemdir. Türk-İslam dünyasının hatta tüm dünyanın kurtuluşu buna bağlıdır. Bu anlayış geriye dönüş değil kökleri unutmadan geleceğe ilerleme anlayışıdır!
[1] Ziya Şakir, Akıl fikir Yay. İst. 2011 447 sh.